Yaşayan kalbin ölmediğini ispat etmek ne kadar güç ise atmayan kalbin de yaşadığını iddia etmek bir o kadar zor. Canlılığın kanıtı ölümü dışlamaktır. Oldukça zor, değil mi? Buna karşın ölmek veya öldürmek o kadar sıradan ve rastlanma ihtimali yüksek ki yaşıyor olmak bile büyük bir mucize…
“Zor olan ölmek değil, yaşıyorken ölmek.”
Ölüm sebepleri binlerce, çeşit çeşit. Hastalıklar mı desem, ecel mi desem… Günümüzde sıradan ölüm sebepleri değil de ilginç ölüm sebepleri ön plana çıkmaya başladı yavaş yavaş.
Aşırı stres ve üzüntü gibi duygu yoğunluğunun ölüme yol açabileceği söyleniyormuş önceleri ama şimdi kesin gözüyle bakılıyor buna. İnsanı öldürmek kolay demiştim ya. Haklılığımın kanıtı işte. Stres, üzüntü; ayrılmayı göze alamayacağımız ikili. Yaşantımız zorluyor bu ikili ile birlikte bir yaşamı kabullenmemizi.
Önceleri stres ve üzüntü yok muydu? Peki şimdi niye konuşulmaya başlandı?
1986’da 44 yaşındaki bir kadın Massachusetts Hastanesi’ne kaldırılıyor ve o gün içerisinde sıkıntı yaşamayan kadının akşama doğru sol kolunda başlayan ve kalbine doğru yayılan bir ağrı ile karşı karşıya kalmış. Bu, kalp krizinin tipik yayılım sahasını işaret ediyor bize. Oysa kadında şimdiye kadar tanımlanan ne kalp krizi öyküsü ne de risk faktörleri var. Belki de kalp krizi değil.
Bu olağandışı vakayı New England Tıp Dergisi’nde kaleme alan Thomas Ryan ve John Fallon, kalp kaslarındaki bu sorunun kaynağını fizyolojik sebepler yerine duygusal nedenlere bağlıyormuş. Çünkü kadın, bu kalp krizine benzer ağrıya yakalanmadan birkaç saat öncesinde 17 yaşındaki oğlunun intihar haberini almış. Tetikleyici bu olabilir diye düşünülmeye başlanmış.
Biz hekim ve hekim adayları bu ilişkinin boyutunu tam olarak göremedik ve sürekli küçümser gözlerle yaklaştık. Oysa ne kadar büyük bir eksiklik değil mi, duygulardan bağımsız bir şekilde vakaların çözümlenme süreci.
Duyguların kalpte fiziksel izler bıraktığı düşüncesine prim vermediler. Vaktinde doktorlar gördükleri çerçevesinde hareket eden meslek sahibi kimseler iken şimdi ise görünmeyenleri hisseden ve gördükleriyle bağdaştırıp sorunu çözümleme yetisine sahip meslek sahibi kimseler oldu. İşte bu kimseye de doktor değil hekim denildi.
Adrenalin ve yıkıcı etkisi
Aşırı yoğun duyguların kalbi etkilemediğini söylemek mümkün mü? Değil, tabi ki. Biyolog ve veterinerlerin fark ettiği bir durum, duyguların insan fizyolojisini etkilediği. 20. yüzyıl ortalarına gelindiğinde, herhangi bir hayvanın ani hayati tehlike korkusu geçirdiğinde ilginç bir olayın ortaya çıktığını gözlemlemişler. Bir hayvan, yırtıcı bir hayvanın pençesine düştüğünde kanındaki adrenalin miktarı o kadar çok artıyormuş ki canlının kalp kası da dahil tüm vücudu toksik bir etkiye maruz kalıyormuş. Buna “yakalanma miyopatisi/kas hastalığı” adı veriliyor.
Bu etki 1974’te veterinerler arasında artık öyle iyi biliniyordu ki Nature Dergisi’ne yazılan bir makalede konuyu açıklamaya gerek duymadan bu sorunu önlemek için alınabilecek önlemler tartışılmaya başlanılmış. Hayvanların bilimsel araştırmalarda kullanılmak üzere yakalanması bu sonuca yol açıyor, bu yüzden genelde ölümle sonuçlanıyor. Yani Massachusetts’teki hastanede doktorlar kadının kalp sorununu şaşkınlıkla karşılıyorken veterinerler birçok hayvanda stresten kaynaklı kardiyomiyopati olgusunu biliyordu. İlginçlik işte. İlişkinin farkında olan kimselerin varlığında, farkında bile olmayanların yarattığı sorun işte.
Ölüm ve Korku
1990’lara gelindiğinde artık insanlarda da birçok vaka araştırması yapılmış, aşırı psikolojik stresin neden olduğu fizyolojik sorunlar yavaş yavaş tanınmaya başlanmış. Uyanış başladı diyebiliriz. 1995’te 3 araştırmacı doktor, İsraillilerin 18 Ocak 1991 tarihinden önceki ve sonraki 2 ayda olduğundan çok daha fazla kalple ilintili bir sorun nedeniyle ölmüş olduklarını fark ediyorlar. Bu, Körfez Savaşı’nın başladığı tarih. Irak’tan İsrail’e 18 adet füze atılmış. Fakat ölümlerin nedeni yaralanma değil, kalp-damar bağlantılı ölümlerdi ve çoğu hastanedeki tedavi dışı insanlarda meydana gelmiş. Ölümü tadan bedenlerin ölüm sebebi göz ardı edilmemeli.
İsrail hükümeti kimyasal saldırıya karşı vatandaşlarını uyarmış, her eve gaz maskeleri ve acil müdahale malzemeleri dağıtılmıştı. Herkes endişe içinde ve bu ölüm korkusu bazılarına fazla geliyordu. Yaşamak güzelken ölmek ne diye?
1996’da ise başka bir araştırma ekibi 17 Ocak 1994 tarihinde Los Angeles’ta meydana gelen ani kalp durması vakalarını inceliyor. O sıralarda tarihte büyük bir deprem meydana gelmiş orada. Büyüklüğü: 6.8. New England Tıp Dergisi’nde aktardıkları araştırma sonuçlarına göre o gün kardiyovasküler nedenli ölümlerde büyük bir artış kaydedilmiş.
Acılı Yürek Sendromu nedir?
Bu kadar eski bir bilginin tıp literatürüne girmesi epey uzun sürmüş ve stres kaynaklı kardiyomiyopati (kalp kasları hastalığı) ancak 2005’te tıp literatürüne girebilmiş. Bazı doktorlar buna Japonca adıyla ‘takatsubo’ ya da ‘acılı yürek sendromu’ da diyor. Yani bize fizyolojik olarak zarar veren şey doğrudan üzüntü ya da reddedilme duygusu değil, bu duyguların yol açtığı fizyolojik tepkilerdir. Bugün zihnimizin ve duygularımızın fiziksel olarak bedenlerimiz üzerinde doğrudan etkisi olduğu, bazen bu etkilerin felaketle sonuçlanabildiği konusunda pek şüphe yok.
Çıkaracağımız Sonuçlar:
1) Ölümden daha önemli bir olay var ki o da ölümün sebebidir. Sonuca götüren yolun bizim için daha önemli olduğunu unutmamak gerek.
2) Kırılgan vücud parçaları arasında yüreği listenin başına koymak gerekir.
3) Fiziksel şiddetle kıyaslandığında psikolojik stres ve üzüntünün önemsenmesi gerekir, en az fiziksel şiddet kadar.
4) Gerçek yaşamı tatmaya başlamak için kimsenin kalbini kırmamanın verdiği yaşatıcı gücü hissetmek gerekir.
5) Belki de en önemli sonuç şu olmalı: “Kırmadan yaşatabilirsin!”