Acılara karşı şiire tutundu Cemal Süreya. Yaralarını, aşkla sardı. Ve Türkiye’nin en büyük aşk şairi oldu!
Sizlere Cemal Süreya’nın gerçek adının Cemalettin Seber olduğunu, 1931’de Erzincan’da nasıl doğduğunu, babası Hüseyin Bey ve annesi Gülbeyaz Hanım’ın özelliklerini ona davranışlarını konu edinmeyeceğim. Cemal Süreya’nın kürt asıllı olup olmadığını, eşlerinden hangi sebeplerden dolayı ayrıldıklarını masaya yatırmayacağım. Ya da Cemal Süreya’nın içtiği sigarasını, gittiği kahvehaneyi anımsatmayacağım.
9 Ocak 1990’da aramızdan ayrıldı Cemal Süreya… 59 yıllık yaşamında, ve hatta sonrasında Türk şiirinin en iyi aşk şairi olarak anıldı. Aramızdan ayrıldığında bize sadece birkaç lirik satır mı bıraktı? Elbette hayır! Cemal Süreya bize, aşkı, sevgiyi öğretti. Daha da önemlisi Süreya bize, yaraların şiirler nasıl kapatılacağını, şiirin nasıl bir pansuman görevi üstlendiğini gösterdi. Bize, en çetin şartlarda dahi şiirle ayakta kalınabileceğini, zorluklara karşı şiirden duvarlar ardında durabileceğimizi öğretti. Mirası işte budur!
Süreya, 4 yaşındayken kardeşini kaybetti, babasının kucağında… Hayatı boyunca kardeşinin ölümünü unutamadı, içini sızlatan bir yara olarak kaldı. Ölümle ilk tanışmasıydı bu Süreya’nın.
1938’de Dersim İsyanı sırasında ailesi Bilecik’e sürgün edilir. Birçok akranının sokaklarda uçurtma uçurduğu yıllarda, Süreya, gözyaşlarını içine akıta akıta yollardaydı. Sürgündeydi… O zamanları, şu dizelerle yaşatıyor Süreya:
”Bizi kamyona doldurdular,
Tüfekli iki erin nezaretinde,
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular,
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar,
Tarih öncesi köpekler havlıyordu.”
Annesi henüz 23 yaşında, sürgünün 6. ayında can verir. Cemal, henüz 7 yaşında, sağ ile solunu dahi karıştırırken toprağa verir canını, anasını. Bu Süreya’nın ölümle ikinci karşılaşması, ilkinden daha yıpratıcı, daha iç acıtıcı. O günden sonra hep bir burukluk, hep bir duygusallık sezilmiştir Süreya’nın yüreğinde.
İlkokula sürgünde, Bilecik’te başladı. Diğer arkadaşlarına Dersimli olduğunu söyleyemez, onların oyunlarına bir türlü katılamazdı. Utangaç ve hüzünlüydü… Sonra, eğitimine devam için amcasının yanına İstanbul’a gider. Babası da peşinden… Fakat sürgün yerinden izinsiz ayrıldıklarından dolayı kaldıkları ev de basılır, geriye, Bilecik’e gönderilirler. Cemal Süreya’yı parasız yatılı okuluna kaydederler. Hem parasız, hem yatılı, anasız, memleketinden uzakta…
25’inde babasını kaybeder Süreya. İşte o zaman kaleme alır, bir çocuğun babasını kaybedince içinde kopan fırtınaları anlattığı şiirini.
”Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum
Yıkadılar, aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum”
Kardeşini, annesini, babasını, memleketini kaybetti Süreya. Peki neyi kaldı? Şiirleri! Şiirlerine tutundu Süreya… Küsmedi, kırılmadı, ezilmedi hayat karşısında. Bir kez olsun ‘oynamam artık’ deyip kenarı gelmedi hayat oyununda. Baş kaldırmaların en güzelini kalemiyle yaptı. Ve Türkiye’nin en büyük aşk şairi oldu.
Pes etmedi Cemal Süreya! Yılmadı, yıkılmadı… Hiçbir acı onu caydırmadı! Aşkta tutundu, şiirlere tutundu. Bize, en büyük mirası işte bu oldu. Şimdi Cemal Süreya’yı anlamak istiyorsanız, küçük depremlerde yıkılmamayı öğreneceksiniz. Rüzgarın sizi alıp götürmemesini öğrenecek, hayata karşı dimdik durmayı öğreneceksiniz. Bunu da kalemle, kağıtla, şiirle, aşkla gerçekleştireceksiniz!..