Tüketirken Aslında Tükeniyoruz

Neye sahip olma derdindeyiz de tüketiyoruz her şeyi? O şeye sahip olduğumuzda her şey tam oluyor mu? Yakalayabiliyor muyuz o sonsuz huzuru her hücremizde?

tükeniyoruz
Çizim: Filiz Hallıoğlu

İçimizdeki tüm endişelerin ya da yalnızlığımızın üstesinden gelebiliyor muyuz? Kısacası aradığımız şeyin tam olarak ne olduğunu biliyor muyuz?

Ev mi? Araba mı ya da bir koltuk takımı? Yeni çıkmış tarz bir çanta, kolye ya da bir çift ayakkabı mı bizim tüm mutluluğumuzu çalan? Ay sonu gelip elinizde para kalmadığında hiç düşündünüz mü bu sistemin yalnızca bir küçük dişlisinden başka bir şey olmadığımızı? Tüm ay boyunca kazanmış olduğunuz parayı ayrı ayrı yerlere iade ederek belki de kendiniz için alabildiğiniz bir çift ayakkabı için ay sonunu beklediğinizi? Kendimiz için elektrik faturası, su, telefon, internet faturaları ödüyoruz, kendimiz için ev kirası ödüyoruz, beraberinde çocukların okul giderleri, mutfak ihtiyaçları derken çok merak ediyorum kaç çalışan bu ülkede ay sonunda: ‘Çok şükür! Bu ay da bu kadar param arttı, bu parayla da bir garibin, bir yoksulun karnını doyurabileceğim, ona bu ay az da olsa destek olabileceğim’ diye söyleyebiliyor? Söyleyenlerin hakkını yememek üzere neredeyse bu sorular aklımızın ucuna bile gelmiyor artık.


Genelde ne söylediğimizi ben söyleyeyim; hemen hemen hepimiz özellikle de biz kadınlar; ‘Bu mağazada şöyle bir çanta var onu almalıyım, şu vitrinde tam da bana göre kırmızı bir elbise gördüm onu bu ay almalıyım, Hayriye Hanım’lar arabayı değiştirmişler Tahsin ama bizimkisi onlarınkinin yanında çok eski model kaldı’  benzeri cümlelerle geçip giden bomboş bir yaşam.

Boş dedim evet! Öyle bir boşluk ki Tahsin Bey Hayriye Hanım’a yarın Porsche marka araba da alsa asla dolmayacak bir boşluk bu… Ne çok teslimiz bu dünyaya? Ne çok ucuza satmışız ruhlarımızı hem de giderken yanımızda götüremeyeceklerimiz için… Hemen mezarlıklar geliyor aklıma… Sonsuz isteksizliğin, aldanışın, burada yalnızca misafir olduğumuzun sükûtuyla haykıran mezarlıklar… Kaçımız dünyevi isteklerinin mutsuzluğunda boğulduğunu fark edip mezarlık ziyaretine gider ki, bayram arefeleri dışında? Doğruyu bulma adına hangimiz bir başkası dışında yalnızca kendi nefsiyle kavga içinde ya da o sonu gelmez nefsanî isteklerini dizginleme gayretinde? Ne zaman kendi çocuğumuz dışında bir çocuğun gülümsemesine vesile olabildik? Kaçımız ihtiyacı olan bir kapıyı çalıp hal, hatırın yanında samimice ona yardımcı olabileceğimiz bir şey var mı diye sorduk? Ha birden şunu duyar gibi oldum; ‘Ben apartmanımdakiler dışında kimseyi tanımıyorum ki mahallemde.’ Çok doğru!

Tüketen sistem

Bu tüketen sistem bizim epeyce bir yanımızı da eksiltmiş gibi değil mi?

Sabah erkenden işe gidip, akşamın geç saatlerine kadar çalışmaya mecbur bir makine! Af edersiniz  insan! Yan komşusunun bile ne halde olduğunu bilemeyecek kadar yorgun ve uyuşturulmuş haldeyiz çünkü, çok haklısınız… İşte sorun tam da burada başlıyor gibi sanki. Hepimiz bugüne dek var olmuş, var olan ve var olacak olan sistemlerin küçük birer dişlisinden ibaretiz. Yaşamlarımız öyle çalınmış ki bırak yan komşumuzu, kendimizi göremez halde bu büyük çarkta kendini bilmez ve anlamaz dönüp duruyoruz çaresiz. Diyelim ki çaresiziz fakat çare yine biziz, nasıl mı? Lütfen şimdi durup bir iki dakikalığına hayal kurun: İstediğiniz her şeye sahipsiniz, istediğiniz adada tatildesiniz, hatta oraya yerleştiniz, en lüks ortamlarda yaşam sürmektesiniz, artık Hayriye Hanımların arabasına da ihtiyacınız yok, kapınızda şoförünüz şöyle soruyor: Bugün hangi arabaya binmek istersiniz? Tam burada kendinize şunu sorun:

Mutlu musun ey ruhum?

tükeniyoruz
Fotoğraf : Manuel Libres Librodo Jr. Galleries

Tüketime programlanmış fani yaşamda doymayan egolar

Her gün satılmış ruhların; bir sürü masum çocuğun ve açlıktan yüzlerce insanın ölmesine sebep olduğu bu dünyada nasıl bir sahte mutluluk ki asla içimizdeki o boşluğun dolmasına izin vermiyor? Rahat mısın ey ruhum? Ses geldi mi? Ya da olumlu bir his? Geldiyse şayet, o ses yalnızca nefsimizdendir, asla doymak bilmeyen egolarımızdan, vermeyi bilmeden daima tüketime programlanmış fani bir yaşamda dünyayı verseler de asla doyuma ulaşamayacak bir egodan.

Evet! Adı ego, adı bencillik, adı yetinmezlik, adı vermeyi bilmezlik, adı açgözlülük, adı şükürsüzlük… Bizi durmadan fazlasına ihtiyacımız olduğu hissini vererek mutsuz, dilsiz, kör ve sağır eden bir doyumsuzluk. İş bu halde sanırım sorun yine bizde çözüme ulaşacak gibi gelmiyor mu size de?  Egomuzu fazla dikkate alışımız ve ruhumuzu duyamayışımızdan tüketip, mutsuz etmiyor mu bizi?

tükeniyoruz
Fotoğraf : Manuel Libres Librodo Jr. Galleries

Tüketirken aslında tükeniyoruz

İçimizdeki isyan eden durdurulamaz bir boşluk, kratere dönüşecek az kalsın fark edemiyoruz. Okuyoruz yetmiyor daha fazla kitaplar alıyoruz, giysi dolabımız adeta bir mağazanın reyonuna döndü ama hala bir fazlası göz çıkarmaz diyor gidip tekrar satın alıyoruz, fast-food yemekten beden sağlığımız da günden güne tükeniyoruz fakat yemekten vazgeçemiyoruz. Gündelik yaşamda kurulmuş atlı karıncalar gibi dönüp duruyoruz da içimizde hangi yöne gidiyoruz? Biz hep bir şeylerin bağımlısı olduk fark edip kurtulma yolu arıyor muyuz? Oysa kendimizden ne de çok uzaklara yol alıyoruz. Tükeniyoruz! Büyülenmiş ruhlar olarak dolaşıyor asla neyi aradığımızı bilmiyoruz. Hiçbir şeyle dolmuyor o içimizdeki boşluk. Söylesenize bana, biz “ne” arıyoruz? Neyi aradığımızı biliyor muyuz? Sorguluyor muyuz? Yoksa yaşamı yalnızca dünyevi zevklerimizden ibaret mi sayıyoruz? Yavaş yavaş farkına varmadan tükeniyoruz…

Tüm bu sorular zihnimi meşgul ederken, aklıma çok bilindik kaynayan kurbağa deneyi geliveriyor: Size; bir kurbağayı, kaynayan bir suya atarsak  ne olur diye sorsam? Bu hikayeyi bilenlerin dışında birçoğumuz; ölür, yanar gibi cevaplar verecektir büyük ihtimalle. Oysa durumun daha farklı olduğunu anlatayım size: Kaynayan bir suya atılan kurbağa, sıcaklığın etkisi ve korkusu ile kendini dışarı atıyor fakat kurbağayı soğuk suya koyup alttan ısıyı yavaş yavaş verip kaynattığınızda kurbağa buna tepki vermeden, adeta fark etmeden ölüyor… Paylaştığım bu deney örneği yardımı ile şimdi aynı deneyin aslında daima bizde de denendiğini anlayabiliyor, fark edebiliyor musunuz?


İnsanların değişime bir anda adapte olamayacağı düşüncesi ile yavaş yavaş tüketilmeye maruz toplumlar olup çıktığımızı, yaşanan tüm değişimlere kör ve sağır birer makine haline geldiğimizi sorguluyor muyuz ? İnsan olmanın tüm bu yukarıda anlattığım dertler dışında olabildiğini görebiliyor muyuz? Yüreğimizle arıyor muyuz aradığımız şeyi?

Tüketimin ne kadar farkındayız?

Veren elin daima daha çok alacağını, sevmeyi ve sevmenin almaktan, tüketmekten değil vermekten geçtiğini hatırlayabiliyor muyuz? Yediğimiz tabağımızdan arta kalan yemeği, çöpe dökerken aç insanları düşünüp onların içlerinde bulunduğu durumu yüreğimizde hissedebiliyor muyuz biraz da olsa? Ayrıştırmadan, etiketlemeden, zihnimizde bölmeden sevebiliyor muyuz herkesi? Bunu bir kez olsun yapabiliyor muyuz? Artan yemekleri, sokaktaki hayvanlara, çöplere de önyargılarımızı koyabiliyor muyuz?  Bugün yaşam çarkında atlı karıncalar misali değil de sonsuzlukta özgür atlar misali koşabilme yolunun sevmek, yalnızca sevmekten geçtiğini biliyor muyuz?

Hemen hemen hepimizin bir yerlerde okuduğu Şems-i Tebrizi’nin söylediği sözler geliyor aklıma:

Aradığın o şey kitaplarda değil, aradığın şeyi okuyarak bulamazsın.

Sende eksik olan şeyi gözlerinle tamamlayamazsın.

Aradığın şeyi dünyada arayacaksın, aradığın şeyi yüreğinle bulacaksın…

Dünyadaki tüm kitaplar, tüm hesaplar, akıl oyunları, sayfalarca laflar sevginin yerini tutmaz…

Okuyarak öğreneceksin ama severek anlayacaksın…

Okuyabilmek de,  anlayabilmek de inşallah hepimize nasip olur diyerek ünlü şairimizin de dediği gibi “Yitire yitire kazanalım kendimizi” fakat tükettiğimiz; egolarımız, yitirdiğimiz; insanlığımız yerine yalnızca önyargılarımız olsun diyerek, zira mezarlıkta burada kazandığımız dünyevi olan hiçbir etiketin ve varlığımızın aslında sahibi olmadığımızı, hiç birinin sonsuzlukta önem arz etmediğini belirterek, yüreğimizle yaşamaya çalıştıkça  insanlaşacağız. Sizleri sevgiyle selamlıyorum.


Mutlu musun Ey Ruhum?

Geleceğe damga vurması beklenen cep telefonu teknolojileri


Filiz Hallıoğlu
Filiz HALLIOĞLU 1977 İzmir Ödemiş doğumlu. Kendini tanımaya başladığında 5-6 yaşlarındaydı. Okulunu çok seven, dış’a göre başarılı ama kendini hep tanımak adına zaman zaman zorlayan bir öğrenci ve ailenin ikinci çocuğu olmasına rağmen doğuştan olgun olduğuna inanılan bir anlayışta geçti çocuk yılları. Sonrasında, kitaplarıyla keşfettiği kendi dünyasını kimse ile değişmediği bir yaşamı seçti...