Baharı göremeyeceğinden kışın ortasında Karadeniz yaylalarına çıkmanın, öleceğini bile bile âşık olmanın, derdini kimseye anlatamayıp uçurumlara haykırmanın senfonisidir Yusuf’un ağıtı.
[divider]
SONBAHAR
YÖNETMEN: Özcan Alper
SENARYO: Özcan Alper
YAPIMCI: Serkan Acar
GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ: Feza Çaldıran
YAPIM YILI: 2008
ÜLKE: Türkiye
OYUNCULAR: Onur Saylak, Raife Yenigül, Serkan Keskin, Megi Kobaladze, Nino Lejava, Cihan Çamkerten, Yaşar Güven, Sibel Öz
[divider]
Yusuf 1997 yılında üniversite öğrencisiyken siyasi tutuklu olarak cezaevine girer. Hakkında çıkan karar, 12 yıl hapis cezasıdır. Hayata Dönüş Operasyonu, F tipi hücre gibi koşullar yüzünden ciğerleri iflas edecek konuma gelir. Yaşadığı sağlık sorunu nedeniyle cezasının bitmesine iki yıl kala tahliye edilir.
Memleketi olan Artvin Hopa’da tek başına yaşayan yaşlı annesinin yanına döner. Ablası evlenip başka şehre taşınmıştır. Yusuf cezaevindeyken babası ölmüştür.
Yusuf bir kırtasiyeye Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf romanını almaya gider. Eka ile karşılaşır. Dikkatini çeker.
Sadece yaşlıların ikamet ettiği köyde Yusuf’un tek görüştüğü kişi çocukluk arkadaşı Mikail’dir. Beraber gittikleri bir meyhanede Eka ile tekrar karşılaşır. Âşık olur. Eka hayat kadınıdır. Aynı zamanda Yusuf’un son kez hayata dönüş umududur.
Filmden önce Hayata Dönüş Operasyonu’ndan kısaca bahsetmek gerek. Cezaevindeki tutuklular (Ne tesadüftür ki çoğunun tutukluluk sebebi sadece siyasi düşünceleridir) F tipi hücre sistemindeki tecrit uygulamasına karşı çıkıp açlık grevine girmenin yanında ölüm orucu tutarlar. Devlet ise orantılı güçle (Bugünden farklı iktidar fakat aynı tarife) karşılık verir. Ortaya çıkan bilançoda kaç kişinin öldüğünü, ölenlerin kaçının asker kaçının tutuklu olduğunu söylemeye gerek yok. Sadece bir insanın hayatı bile her şeyden önemli olmalı.
“Bu film benim vicdan borcumdu. İçinden geçtiğim ve çok yakınından yaşadığım bir dönemi anlatıyorum” diyen Özcan Alper için tam da bu nokta çok kritik. Filmi çekmeden önce birçok tutuklularla görüşen (Bazıları en yakın arkadaşıydı) Alper’in önünde iki seçenek vardı: Ya Hayata Dönüş Operasyonu’na ağırlık verip filmi siyasi bir noktaya taşıyacaktı, ya da F tipi hücrelerin tek bir kişide yarattığı fiziksel ruhsal tahribatı ele alıp insandan yana taraf olacaktı. İkinci seçeneğe yönelmeyi tercih etti.
Film, Hayata Dönüş Operasyonu’ndan görüntülerle başlar. Görüntüler eşliğinde devletin tutuklulara megafondan seslenişini dinleriz. “İnsan hayatı en değerli varlıktır” diyerek cümlesine başlayan devlet “Her şeye rağmen yaşamak güzeldir” deyip cümlesini bitirir. Bu cümleleri kuran devletin öğrencilerden, sanatçılardan oluşan tutuklulara yaptığı insanlık dışı uygulamalar insanın kanını donduracak kadar ironik.
Yusuf yanı başımızda yaşadığı halde görmezden geldiğimiz, yanı başımızda öldüğünde bile yabancı kaldığımız bir karakter. Alper, hikâye anlatmaktan ziyade F tipi hücrede kalmanın nasıl bir şey olduğunu Yusuf üzerinden yaşatıyor. “Ben bile bir gün evde duramayrum. Sen nasıl 10 sene bi odanın içinde kaldun” diyen teyze de Yusuf’un durumu gayet güzel özetliyor.
Yasujiro Ozu filmlerindeki gibi minimalist bir anlatım tercih edildiği için düşünme gerektiren, yoruma dayalı birçok sahne var. 90 kuşağının kendisiyle hesaplaşması, bir tür pişmanlık algısı ortaya çıkmıyor değil. Fakat dikkatli incelendiğinde en ufak bir pişmanlık belirtisi yok. Ciğerlerini yitirmek üzere olmasına rağmen Yusuf’un revire çıplak ayaklarla yürümesi, eski fotoğraflarında dava arkadaşlarını görüp yüzünde beliren tebessümle beraber fonda çalan marş, Karadeniz’in hırçın dalgalarına karşı kendinden emin adımlarla yürümesi, tabutunun kızıl bayrağa sarılı olması Yusuf’un pişmanlık duymadığına dair ibareler.
Yusuf pişmanlık da duyabilirdi. Ya da Alper siyasi yönü baskın bir film de yapabilirdi. Sinema ya da sanat her türlü görüşe, her türlü konuya el atmalı. Hangi görüşten olursa olsun, son dönemde yapılan siyasi filmlerin durumu içler acısı. “Sanat halk içindir” diye yola çıkılıyor, parti broşürü gibi yanlı film yapılıyor, içi boş bir idealizmle yapılmaya çalışılan sanat da baltalanıyor. Kendi benimsedikleri “Sanat halk içindir” görüşüyle çelişen yine kendileri oluyor. Tıpkı devletin Hayata Dönüş Operasyonu’nda “İnsan hayatı en değerli varlıktır” deyip eyleme geçtiği an söylediğinin tam tersi davranması gibi. Bu sebeple Alper’in seçtiği konu zordu. Filmin sanat yönü dışında hayatını kaybeden insanların sorumluluğu da Alper’in omuzlarındaki yüklerden biriydi. “Her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına” diyerek filmi onlara adar.
Ozu’nun özellikle son dönem filmleri gibi, Alper’de doğa insan etkileşimini Yusuf’un hayata tutunma çabalarıyla ortaya koyuyor. Eşsiz Karadeniz görüntülerini fon olarak kullanıyor. Her ne kadar bu görüntüler Yusuf’un yalnızlığıyla örtüşmüyor gibi görünse de doğanın Yusuf için hapishaneden farkı yoktur. Doğa, Yusuf’un iç dünyasını anlatmak için kullanılan bir araçtır. Sadece doğa değil, diğer insanlar kendi içlerinde hapishanede yaşıyor gibidir. Yusuf evine döndüğünde annesi hapishanede bekleyen tutuklular gibi sanki Yusuf’u yıllardır pencere önünde bekliyordur (Yusuf’un annesiyle ilişkisi Alexander Sokurov’un Mat I Syn [1997] filmindeki anne oğul ilişkisiyle paraleldir). Yaşlıların ağırlıkta olduğu köy, hapishanedir. Pavyonun ortasında kurulu soba, köye dair basit ama müthiş bir detaydır. Yusuf köyde minibüs beklerken yanında oturanlar ayrı bir hapishanedir. Yusuf’un gözü solucana takılır. Solucanın yavaş ilerlemesi gibi yanındaki insanlar sanki 10 yıldır orada oturur vaziyettedir. Yusuf’un çocukluk arkadaşı, tek görüştüğü kişi olan Mikail ayrı bir hapishanedir. Gençliğinde üniversiteyi kazanıp köyden kurtulmayı düşlemiştir. Sonunda marangoz olup köyde sıkışıp kalmıştır. “Asiye’ye eskiden deli gibi âşıktum. Şimdi eve bile gitmek istemayrum” diyerek kendi hapishanesini dile getiriyor.
Alper, slogan atmadan derdini anlatmasının yanında toplumun çelişkilerini sade ve gerçekçi bir şekilde ele alıyor. Yusuf’un içinde bulunduğu kuşak ya da benzer kuşaklar cezaevlerinde ölüme terkedildi. Medya kafasını kuma gömdü (Her zamanki gibi). İnsanlar da medyadan farklı davranmadı. Yusuf ve Mikail yaylaya çıktıklarında arabaya bir köylü alırlar. Bahsi geçen ölümlerin, vs. toplumda yankı bulmadığına dair acı bir gerçek ortaya çıkar. Köylü, Yusuf’u tanımaz. Mikail, Yusuf’u tanıtır. Köylü “Haa bu anarşik olaylara garışan uşak mı?” der. Yusuf gibi insanların çektiği onca acıların toplumda karşılık bulmaması bir yana, aralarında dağlar kadar fark olan anarşizm ve sosyalizm kavramlarının kelime anlamının bilinmemesi kat edilecek çok yol olduğunu gösteriyor.
Yusuf’un Eka’ya olan aşkı, yaşama olan inancının bitmediğini gösterir nitelikte. Eka’ya olan aşkı aynı zamanda Yusuf’un sosyalizme olan aşkını da simgeliyor. İkisinin ortak noktası sosyalizmdir. Yusuf sosyalizm için hayatını feda etmiştir. Eka ise sosyalizm mağdurudur, bu yüzden ülkesi Gürcistan’dan kaçmıştır. Birbirlerine âşık olduktan sonra Yusuf pasaport çıkarıp Eka ile Gürcistan’a gitmenin planlarını yapar. Yusuf öleceği için gitmekten vazgeçer. Fakat Yusuf, Eka’nın hayatında dönüm noktası olur. Ölümün pençesindeki bir sosyalist, Eka’yı ülkesine (Dolayısıyla sosyalizme) döndürecek kadar sevmiştir. Yusuf’un tabutunun dışında Mikail’in arabasının, Eka’nın kıyafetlerinin, Yusuf’un beklediği minibüsün renginin kırmızı olması tesadüf değil.
Filmin birkaç ufak handikabı var. Oyuncu olarak kullanılan yerel halk (Hepsi değil), kameranın olduğunu belli edercesine repliklerini söylüyor. Buna rağmen şive gerçekliği açısından Sonbahar filmi çıtayı çok yukarı koyuyor. Özellikle piyasadaki Karadeniz filmlerinin şive gerçekçiliği açısından rezalet durumu ortadayken…
Filmin finali ise Türk Sineması’nın en güzel finalleri arasına girebilecek kadar etkili, manidar ve oturaklı. Filmin kendisi 2000’lerde çekilmiş yerli filmler içinde tartışmasız en iyi ilk film. 2000’lerin en iyi filmleri arasında olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok sanırım.