Başka bir ülkeye seyahat etmenin en güzel yanı, yeni şeyler görmek, öğrenmek elbette. Ve bu gezilerde olmazsa olmaz da iki ülke arasındaki farklılıkları karşılaştırmak…
Aralık ayında üç haftalık İngiltere seyahatimin iki haftasını ağır bir griple geçirdiğimden soğuk havaların da etkisiyle tarihsel öneme sahip yerlerden ziyade Londra, Oxford, Thame üçgeni arasında daha çok gündelik yaşam odaklı yaşamak durumunda kaldığımdan, yaşantılarımız arasındaki farklılıklarla ilgili gözlemlerim oldu.
İngiltere’de ulaşım
İngiltere’ye ilk gidişimde de dikkatimi çeken şey, trafik ve araç kullanıcılarının kurallara azami özeniydi. Bunlardan en dikkat çekeni tabi ki bizde olmazsa olmazlardan biri olan korna seslerinin neredeyse hiç olmamasıydı. Londra dahil korna sesi duyduğumu hatırlamıyorum. Londra‘daki en işlek diyebileceğiniz cadde ve sokaklardaki trafiğin azlığı ve araçlar arasındaki mesafenin neredeyse en az 3 metreyi bulması tabi ki hiç alışkın olduğumuz bir manzara değil. Türkiye’dekinin aksine, sürücüler yol almak için değil, karşıdaki sürücüye yol vermek için yarışır gibiler…
Oysa Türkiye’de öndeki aracı dürtmek gibi de algılanabilen; “hadi hareket et, hızlan, acele etsene, yeşil yandı geçsene” demek için bile sürücüler kornaya basar alabildiğince. Ayrıca dolmuşlar neredeyse yol kenarında duran her yaya için bir kere kornaya basar; “geçiyorum bak boşum” demektir bu uyarı anlamında. Hele ki trafik bir sebepten tıkandıysa önce öndekiler, sonra arkadaki birçok araç topluca; “sabrımız kalmadı, niye tıkandı yine bu trafik, yeter artık” senfonisini oluşturabilirler hep bir arada. Çok sesli bir toplumuz biz, başka türlüsü mümkün mü?
İstanbul çok büyük bir metropol. Ulaşım çok fazla zaman alıyor ve bu sebeple acele edilmesi ve stres doğal karşılanabiliyor. Yazları Marmaris’te yaşadığımdan, nüfusu küçük bir kent olsa da, bir turizm kenti olduğu için orada da trafikte stres ve aceleciliği gözlemliyorum ve buna anlam veremiyorum açıkçası. Oysa İngiltere’de geçirdiğim zaman süresince gözlemlediğim; sürücülerin kurallara özeni, stressiz ve karşıdaki sürücüye saygısı, hatta bizdeki kornanın yerine karşılıklı iki aracın birbirlerine el sallayarak selam vermesi, insanın insana saygısı mıydı, yoksa kendilerine olan saygıları mı?
Dünyada ilk sürücü belgesinin 1904 yılında İngiltere’de verilmiş olması trafikte bunca yol kat edilmesine bir sebep olabilir mi? Belki de eğitim kalitesi?
Geliş ve gidiş olan dar yollarda sokağa ilk hangi araç girdiyse, diğerinin sola çekip diğer araca yol vermesi ise inanılır gibi değildi. Türkiye’de olsa nasıl olurdu diye gözümde canlandırmadan duramadım her defasında. Türkiye’de sanırım şöyle olurdu: İki araç keçi gibi karşılıklı burun buruna gelirdi ve savaşı daha az inatçı olan kaybeder geri giderdi söylenerek. Ya da iki araç karşılıklı el kol hareketleriyle birbirine küfrederek; “bas geri, bas geri” naraları atarlardı. Daha fazlasını düşünmek bile istemiyorum.
Haftaiçi Londra kent merkezine otomobilinizle girmek isterseniz, haftaiçi belli bir ücret ödüyorsunuz. İstanbul’da köprülerde otomobil ve motorlarda ödenen ücret ise 4.25 tl.
Londra’da kaç araç var?
62 milyon nüfuslu İngiltere’de 35 milyon araç var. Hafta içinde 07.00 ila 18.00 saatleri arasında Londra’nın merkezine motorlu taşıtlarıyla giren sürücüler, günlük 11.5 sterlin (yaklaşık 41 TL) ödemek zorunda. Sürücüler aylık ya da yıllık olarak satın aldıkları pulları araçlarına yapıştırarak, şehrin merkezinde motorlu taşıtlarını kullanabiliyor. Motosikletler için her gün, arabalar içinse haftasonu şehrin merkezinde araç sürmek ücretsiz.
TÜİK verilerine göre 2014 yılında Türkiye nüfusu 77 milyonun üstünde. Diğer yandan Türkiye’de trafiğe kayıtlı araç sayısı 18 milyonun üstünde. Bu rakamın yüzde 18’i, yani 3 milyon 178 bin 390’ı İstanbul’da kayıtlı iken, 1 milyon 483 bin 7 araç ile Ankara, 1 milyon 87 bin 266 araç ile İzmir takip ediyor. (1)
İngiltere’de toplu taşımayı daha çok kullanıyorlar
2010 rakamlarına göre Londra‘da 3 milyon özel otomobil kayıtlı. Londra halkı, kullandıkları yolları lisanslı 23 bin taksi şoförü ile paylaşmak zorunda. Diğer yandan Londra’daki özel otomobil sayısı, bütün Birleşik Krallık ile karşılaştırılınca daha düşük durumda. 2008 yılı istatistiklerine göre Londra hane halkının yüzde 40’ı özel otomobile sahip değil. İngiltere’deki diğer kentlerde ise bu oran yüzde 25 civarında. Buradan anlıyoruz ki Londra’da yaşayanlar Birleşik Krallık’taki diğer kentlere kıyasla ulaşımda toplu taşımayı tercih ediyorlar. (2)
Londra Metrosu
İngiltere’de ulaşım denince İngilizlerin haklı olarak övündükleri raylı ulaşım sistemleri ön plana çıkıyor. Londra Metrosu, 1863 yılında hizmete açılmış ve dünyanın ilk yer altı raylı ulaşımı olarak adını tarihe altın harflerle kazımış. Londra metrosu, 402 kilometre uzunluğundaki 270 istasyonluk yaygın bir hattan oluşuyor. Yılda 82 milyon yolcunun kullandığı Waterloo İstasyonu, Londra’nın en yoğun tren istasyonu olarak biliniyor. Londra metrosunu bir günde ortalama 3,5 milyon yolcu kullanıyor. İngiltere’de 2010 yılında bir yıl boyunca 1 milyardan fazla bireysel seyahat yapılmış.
İngiltere’de asalet simgesi siyah taksiler
Londra’nın meşhur siyah taksileri ise kent ulaşımında önemli ve saygın bir konuma sahip. Öyle ki taksi sürücüleri, meşhur bilgi testine tabi tutularak Londra’nın 6 mil çapındaki 320 noktada 25 bin sokak ve 20 bin tabelayı öğrenmeleri bekleniyor.
Londra’nın kırmızı otobüsleri
Tabi ki Londra denince akla gelen simgelerden biri de kırmızı otobüsleri. Kent merkezinde 8 binden fazla otobüs vızır vızır çalışıyor.
Sekiz milyon üstünde nüfusu olan ve yılda 30 milyon turist alan Londra’da tabi ki tahmin edildiği gibi muazzam yaygın bir trafik ağı var. Yaygın metro ağına rağmen birçok Londralı kent merkezinde özel otomobilleriyle ulaşım sağlamayı tercih ediyor.
İngiltere’de pazar yerleri
Minik bir pazara gittim, toplamda 8-10 arasında tezgah ve her birinde farklı ürünler mevcut. Öncelikle çok temiz ve hoşuma giden bir şey: meyve ve sebzeler birer kase içinde önceden tartılmış hazır. Ve siz güven içinde kaseleri filenize boşaltıyorsunuz. Her şey taze ve özenli. Satıcılar sıcak sohbetleriyle size hemen hizmet ediyorlar. Bizdeki o çok çeşitlilik yok, ama gümüş takı bile bulabiliyorsunuz. Bizim pazarlarımızdaki o bağıra çağıra, şarkılar söyleyen pazarcıları orada göremiyorsunuz.
İngiltere’de mimari dokuya önem
Mimari dokunun korunmasına gösterilen azami önem ve özen de ayrı bir konu…
Eski aynen korunmuş, çarpık kentleşme yok, düzen inanılmaz boyutta. Kendi özgünlüğü aynen korunmuş evler, binalar göz kamaştırıyor. Hele köylerde ve kasabalardaki hava, eski zamanlarda yaşıyormuş hissini veriyor insana.
Sohbetlerimiz esnasında belediyenin çalışmaları hakkında duyduklarım ise beni ayrıca şaşırttı. Evlerde yapılan yenileme, tamirat veya balkon ekleme gibi yapılan her iş için belediyeden ne yapacakları hakkında bilgilenen halk, söylenen her şeyi eksiksiz yapıyor. Örneğin; toprak kaç metre kazılacaksa, boru kaç metre yerin altında olmalıysa aynen ölçüp bunu uyguluyorlar. “Kuraklık riski var, suyunuzu şu kadar kullanın” duyurusu yapıldığında herkes azami özen gösterilip tasarrufta bulunuluyor. Üstelik belediyeden herhangi bir kontrole de gelmiyorlar. Bu nasıl bir zihniyet, nasıl sağlanmış, nasıl bir bilinç sorguluyor ve karşılaştırma yapıyor insan ister istemez. Bizde olsa kesin kurnazlıklar, işimize nasıl gelirse öyle yapmalar hele bir de kontrol de yoksa…
Bir de Türkiye’yi düşünün; yalılar yakılır yerine yenileri, güzelim eski köşkler aranır durumda. Her birinin yerinde kocaman çirkin apartmanlar. Dönüşüm projesi adı altında bitirilen güzelim kentler, şehirler. Mimari doku denilince aklıma bizim mimarlarımız nasıl çalışıyor, niye hiç yaratıcı değil diye sorasım geliyor gördükçe o birbirinden çirkin mimarideki binaları. Bari eskiden örnek alın, aynıları olamasa da olabildiğince en güzel örnekleri yapın. Ama bizde her şeye bir kulp bulunur.
İngiltere Başbakanı nerede yaşıyor?
10 Downing Street olarak bilinen 300 yıllık bir bina. Bina yumuşak bir zemin üzerinde konumlandığından ve yeniden düzeltilmesi çok pahalı olduğundan 1902’den önceki başbakanların kendi evlerinde yaşadıkları, Arthur James Balfour döneminde ise resmi olarak bu binanın kullanımına geçilmiş. Önce 3 ayrı ev olarak konumlanmış olan bina ofisleriyle birlikte 100 odalı. Üçüncü katta ise İngiltere Başbakanı yaşıyor. Diğer odaların bazısı ofis, resepsiyon, yemek odası vs. olarak kullanılıyor. 2000 metrekare bahçesi olan binanın arka bahçesi Buckingham Sarayı‘na yakın.
Bizde ise önceleri Cumhurbaşkanlığı hizmet binası olarak kullanılan, şimdilerde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanları tarafından kullanılmakta olan Çankaya Köşkü, Ankara’nın merkezi olan Kızılay Meydanı’nın yaklaşık 5 kilometre güneyindedir ve rakımı 1.071 metredir. Çankaya Köşkü 1,77 km² büyüklüğünde bol ağaçlı ve halka kapalı bir alan üzerinde kuruludur.
Yeni Cumhurbaşkanlığı Sarayı ise Atatürk Orman Çiftliği içerisinde 1000 odalı bir konut. 2014’te binanın maliyetinin; 1 milyar 370 milyon lira olduğu, saray için Başbakanlık bütçesinden 964 milyon harcandığı, 2015’te 300 milyon lira ödenek ayrıldığı biliniyor.
İngiltere’de geri dönüşüm bilinci
Her ev için 3 çöp bidonu; biri artık yiyecek vb. ikincisi plastikler, kutular, kağıt materyaller, şişeler… Ve üçüncüsü de diğer atık çöp. Geri dönüşüm için azami dikkat ve bilinç hakim durumda.
Türkiye ve İstanbul’daki gibi İngiltere’de de özellikle gençlerin, sokakları ve parkları özensizce kirletiyor olduğunu duydum ancak dikkat çekici bir görüntüye şahit olmadım. Sokaklarda çöp görmek pek mümkün değil. Her yerde çöp bidonları, sigara atıkları içinse ayrı bölmeler mevcut. Sokaklarda geniş ızgaralar var…
Restoran ve kafelerin sürekli temizlik kontrolü için denetlendiğini ve kontrole gelen görevlinin işletmenin temizliğinden emin olana kadar işletmeyi kapattırmasının mümkün olduğunu öğreniyorum.
Evimdeki yiyecek artıklarını ayrıştırıp değerlendirmeye ben özen gösteriyorum ve bir şekilde değerlenmesini sağlıyorum da acaba her ev aynı özeni gösterebiliyor mu diye düşünmeden edemiyorum.
Yaşadığım İstanbul’un Suadiye semtinde, Caddebostan ve Göztepe sahiline düzenli yürüyüş yapıyorum. Gençler özellikle hafta sonları parklar ve sahili çok kullanıyorlar. Ancak her yer sigara izmaridi, ped şişeler ile kırılmış bira şişeleri, her bankın altında halı misali çekirdek, çöp bidonları taşmış, çöp tarlaları oluşmuş. Bu nasıl olur; böylesine güzel gitar çalıp, şarkılar söylediğiniz, oyunlar oynayıp, piknikler yaptığınız, her metresini kullandığınız parkları nasıl bu hale getirebilirsiniz diye sormadan duramıyorum içimden. Ve bir de böyle yazıyorum… Bu dünya bizim evimiz bilinci ne zaman oluşacak acaba Türk insanında? Evinizde böyle mi yaşıyorsunuz yoksa?
İlgimi çeken bir güzel şey de; bir çiftlik evine taze yumurta almak için gittiğimizde gördüklerimdi. Yol kenarında oldukça büyük bir çiftlik evinin avlusuna arabamızla park edip, evin duvarına dayalı yapılmış bir sandığın içinden aldığımız yumurtalardı.
Sandığın kapağını kaldırıp, ambalajlanmış yumurtalardan alıyorsunuz ve orada sizin ödemeyi yapmanız için bırakılmış kumbaraya ödemeniz gereken ücreti atıyorsunuz.
Hepsi bu kadar. Nasıl yani herkes böyle yapar mı diye sormadan duramıyorum yine. Çünkü bizde olsa, buna kim uyar? Git bir sandık dolusu yumurtadan istediğin kadar al, bir de ne kadarsa ücretini oraya at. Eksik koyan olmuyor mu diye sorduğumda, bazen eksik çıkabiliyor ama bazen de fazla çıkabiliyor cevabıyla mutlu oldum.
Örneğin belki o gün yumurtalarınızı aldığınızda paranız yetmedi vs eksik attınız diyelim, bir sonraki alışınızda ödeyebilirsiniz değil mi? Güvene bakın. Böyle düşünüyorlar. Biz mi çok korkak bir toplum olduk? Birbirimize, kimseye güvenemez hale mi geldik? Ya da çok kurnaz bir toplum muyuz? Her şey için farklı bir yol, kurnazlık düşünülmüyor mu ülkemizde? Bir de her şeye; o günah, bu günah diye yetiştirilen bir toplumuz ya.
İnsana saygı ve sosyal yaşam
Bir de tanımasa da insanlar birbirini günaydınlaşıp, selamlaşıyorlar. Kısa sohbetler ediyorlar, bir alışveriş mağazasında birbirlerine önerilerde bulunabiliyorlar. Belki bizim çok eskilerde yaşadığımız güzellikler bunlar. Hele Türkiye’deki büyük şehirlerde aynı apartmanda yaşadığınız komşunuzla asansörde veya apartmanın girişinde karşılaşırsanız; merhaba, iyi günler dilemek şöyle dursun, içten bir gülümseme bile yok. Herkes korku içinde mi yaşar oldu? Aman bana bulaşmasın, kim olduğu belli değil, uğraşamam şimdi tavırları içinde insanca yaşamak mümkün mü?
Sorumlu tüketim bilinci
İngilizler Noel’i çok önemsiyorlar, birbirlerine noel kartları veriyorlar ve herkes yakın akrabalarına, yakın arkadaşlarının çocuklarına hediye hazırlıyor. Bir mağazanın çeki veya herkesin durumuna göre hediye olarak şekilleniyor.
Tüketicilik konusunda ise gözlemlediğim kadarıyla bizdeki çılgınlık derecesinde bir tüketicilik yok.
Yardım amaçlı pek çok yerde ikinci el mağazaları mevcut. Herkes evinde kullanmadığı esyaları getiriyor ve bu mağazada çalışan insanlar hiç bir ücret almadan çalışıyor, o yüzden de daha çok yaşlı insanlar var. Bu dükkanların gelirleri kanser ya da diğer hastalıkların araştırılması için harcanıyor.
Oxford’a yakın 30 bin nüfuslu Thame’de tam bir düzen hakim. İngilizlerin pub kültürleri oldukça revaçta. İnsanlar birbirlerinin evlerinde buluşmaktan ziyade publara gitmeyi tercih ediyorlar. İş çıkışında publar bir anlamda sosyalleşip sohbet paylaşımlarıyla dinlenme alanları olarak düşünülebilir.
Arada duyduğunuz silah patlama seslerinden avcılığın yaygın olduğunu anlayabiliyorsunuz. Çiftçilerin kümesteki hayvanlarını korumak için tilki avına çıktıklarını duyuyorum. Veya kendi arazileri içinde avlandıklarını, doğayı korumaya özen göstererek bilinçli avcılık ve hayvancılık yaptıklarını…
Ve son olarak aklımda kalan; Thame kasabasında karakol kapatılmış. Bu nasıl olur karakolsuz kasaba olur mu dediğimde, çünkü çalışmıyor cevabını aldığımda da epey şaşırmıştım. Sokakta polis veya trafik arabası gördüğümü de hatırlamıyorum. Bir defa siren duyduğumda ise çok şaşırdım günlerdir bu sesi duymadığım için.
Bazen çok mu karamsar düşünüyorum kendi ülkem hakkında diyorum ancak gördüğüm, yaşadığım tablo bu.
İngiltere’de sağlık hizmetleri
İngiltere’de özel bir hastaneden bir doktordan randevu almak en az iki hafta alabiliyor. Ancak acile gidilirse doktor bakabiliyor duruma göre. Telefonla bilgi alıp, hastalığınız hakkında kullanacağınız ilaçları veya yapacağınız şeyleri öğrendiğiniz bir doktor hattı var, hepsi bu. Bildiğimiz anlamda bir eczane mevcut değil, reçetesiz bazı ilaçları alabildiğiniz marketler var. Nöbetçi eczane kavramı ise yok. Türkiye’ye gelir gelmez eczaneden istediğim ilacı alarak, İstanbul gibi bir şehirde hastaneden (tanıdık doktor aracılığıyla da olsa) iki gün sonraya randevu alabilmenin güzelliğini yaşamak da ödül gibi geldi dönüşte bana.
Bir de hava İstanbul için soğuk da olsa, İngiltere’nin o gri, kasvetli, içe işleyen soğuğundan sonra oldukça iyi geldi. Deniz kenarına yürüyüş yapıp, iyot kokusunu içime çekmek, martıları izlemek, bir kahve içmek, çoktan benimsediğimiz korna seslerini duymak, yurdumun rengarenk insanını görmek; “İşte burası da benim memleketim” dedirtti içimden sessiz bir sevinçle…
Kaynak:
(1) Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)
(2) The London Economic Plan and Major Industries