Orada bir çiftlik var uzakta. Kentin gürültüsünden uzak, doğanın içinde, tadını ve ismini dahi unuttuğumuz lezzetlerin barındığı, birçoğumuzun gelecek hayallerini süsleyen bir çiftlik.
Geçtiğimiz yıl 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde, Google tarafından hazırlanan doodle videosunda Türkiye’den İpek Hanım Çiftliği’ne yer verilmiş olmasıyla dikkatleri üzerine toplayan Pınar Kaftancıoğlu, verdiği seminerde Ege’nin küçük bir köyünde kurduğu çiftliğin büyüme hikayesini anlattı.
İpek Hanım Çiftliği kurucusu Pınar Kaftancıoğlu, dünyanın en iyi üniversiteleri arasında olan Yale Üniversitesi bünyesinde bulunan Kadın Liderler Girişimi (Yale Women’s Leadership Initiative) Konferansı’na konuşmacı olarak davet edilmiş. Çiftliğin kurucusu Pınar Kaftancıoğlu’nun “Bir kadın Türkiye gıda endüstrisini nasıl değiştirdi?” başlığıyla verdiği seminer, katılımcıların yoğun ilgisiyle karşılaşmış.
Pınar Kaftancıoğlu, İpek Hanım Çiftliği’nde 150 kadın istihdam ettiklerini önemle vurgulayarak kadınların maddi özgürlüklerinin olmasının onların hayatını değiştirdiğinin altını çiziyor.
Pınar Kaftancıoğlu, “Çalışanlarımız ile müşterilerimiz arasında köprü işlevi görüyoruz. Çiftlikte çalışan köylü kadınlarımız, büyükşehirlerdeki müşterilerin hayatlarına nasıl dokunduklarını biliyorlar. Bu durum onların daha fazla şevk ile çalışmasını sağlıyor. Kadınlarımızın maddi özgürlüğe sahip olmaları ve hayatlarını değiştirmelerine vesile olduğumuz için büyük mutluluk duyuyoruz. Ülkemizde iş hayatında çok başarılı olan kadın girişimcilere sahibiz. Kadınlarımızın gerçekleştirdiği atılımlara Türkiye’de çok değer veriliyor. Dünyanın sayılı üniversitelerinden biri olan Yale Üniversitesi’nde ülkemizi temsil etmekten gurur duyuyorum” açıklamasında bulundu.
Gerçekleştirdiği girişim ve elde ettiği başarılarla konferans süresince adından söz ettiren Pınar Kaftancıoğlu, Aydın’ın Nazilli ilçesinde bulunan İpek Hanım Çiftliği’nde Yale Üniversitesi’nden bir grubu ağırlayacak. İpek Hanım Çiftliği’nin hikayesi, üniversitedeki bir grubun tez araştırmasına konu olacak.
Röportaj: Pınar Kaftancıoğlu
İpek Hanım Çiftliği’nin faaliyetleri ve ürünleri hakkında bilgi alabilir miyiz?
İpek Hanım Çiftliği basitçe, bir tarım işletmesi. 9 yıl önce kendi tarımsal üretimimizi, internet üzerinden tüketicilere ulaştırmaya başladık. Zamanla bunu hayvancılık ve mamül ürünler üretimi izledi. Nazilli’de 400 dekarın üzerinde bir alanda sebze dikiyoruz. Bir bu kadar daha alanda zeytin, narenciye, meyve, kestane ve asma bahçelerimiz var. Yine bir bu kadar alanda mera alanlarımız mevcut. Birkaç yıl önce kendi memleketim olan Kars’ı da bu üretim çarkına ekledim. Kars’taki köyümde; Hanak, Saskara’da kendi arazilerim ile birlikte neredeyse tüm köyün arazisini de işin içine katarak keten tohumundan çavdara, kavılcadan üveyik buğdaya uzanan bir zincirde tahıl dikimleri yaptık.
Kışın domates yetiştirmek için topraklı seralarımız var. Filizleme çalışmaları yapıyoruz. Kendi bünyemizde bir mandıramız, pastanemiz, ekmek evimiz, salça ve sirke evimiz, bir de karışık üretim yapan büyük mutfağımız var. Yaptığımız üretim tamamen entegre. Müşterilerimize ulaştırdığımız 574 çeşit taze, mamül ya da yarı mamül ürünün tamamını tohumdan başlayarak kendi bünyemizde üretiyoruz. Basiçte anlatmak gerekirse, müşterimize ulaştırdığımız peynirin yapıldığı mandıra da bizim, mandıraya giren süt de bizim, o sütü veren inek de bizim, o ineğin yediği ot da bizim. Ya da ekmekte buğdaydan başlayan benzer bir zincir… Bunu anlatmak dile kolay gelse de gerçeğe çevirmek çok ama çok zor. Biz zamana yayarak, adım adım ilerlediğimiz için başarabildik. Başarımız da herkesi şaşırttı; kendimizi bile…
Tüm bunlara ek, yabani bitkileri yöredeki köylülerden temin ediyoruz. Örneğin piyasada satılan kekikler çoğunlukla kontrollü olarak yetiştirilen kekiklerdir. Biz bunun yerine dağda kendi halinde yetişen kekiği toplatıyoruz, bunu bizim için toplayan yöre halkına ek bir getiri sağlıyoruz. 1350 rakımdaki Sinekçiler Yaylası, kekiğinin piyasaya girebilmesine vesile oluyor bu yöntem.
Ürünlerimizi “gerçek” olarak tanımlıyoruz. Yarattığı en büyük fark da bu oluyor. Müdahale edilmemiş; tadı ile, kokusu ile, damakta bıraktığı tat ile nostalji yaşatan ürünler bizimkiler. Şimdilerde böyleleri pek kalmadığı için “farklı” oluyorlar. Başladığımız günden beri sürekli yükselen bir üretim ve satış grafiğimiz var. 2014’te bir önceki yıla göre %20 kadar arttı rakamlar. Vergilendirilmiş ciromuz 10 Milyon TL’nin üzerinde. Karlılığımız pek parlak olmasa da üretim alanlarımızı büyütebilecek kadar kaynak ayırabiliyoruz. Kazandığımızı işimize yatırıyoruz.
İpek Hanım Çiftliği’nde bizleri neler bekliyor?
Yeni yatırım değil de, dikim alanlarının artması söz konusu oluyor bizim işimizde. 2015 için yenilik planımız aromatik otlar ve “exclusive” olarak kayıtlı taze baharatlar üzerine… Şu ara bunun planlamasını pek de acele etmeden yapıyoruz. Bunun yanı sıra benim çok takıntılı olduğum, açıkçası içimi de yakan okul yemekleri konusuna bir çare üretmeye uğraşıyoruz. Memleketin tüm okullarına yetmemiz mümkün değil elbette ama bu çare üretmeye engel değil. Değişimi başlatacak bir düğmeye bassak o bile yeter. Bir de keyfe keder bir hayalim var. Gerçek ürünler ile hazırlanan yemeklerin damağa nasıl bir şölen yaşatacağını; daha da önemlisi ekonomik sürdürülebilirliği ispatlamak için bir “aş evi”, olmadı restoran ya da lokanta açmak istiyorum.
Dikmeyi, yetiştirmeyi iyi beceriyoruz; bir de bunun pişirme, sunma ritüelini başarmak, kendimizi aşmak istiyoruz. İstanbul’da, Ankara’da böyle bir işi gerçeğe çevirir isek köyümdeki gençlerin her iki dünyada etkin olabilmesinin, iletişim kurabilmesinin de yolu açılacak.
Türkiye’de tarım sektörünün gelişimini değerlendirir misiniz?
Köy tarımı terk ediliyor, şirket tarımına geçiliyor. Türkiye’deki tarımsal haller malesef bu… Benim yerimden, benim duygularım ile baktığınızda olabilecek en kötü şeydir bu. Köylünün elinden toprağı alınıyor, bahçesi, hayvanı alınıyor; büyük şirketlerin tekeline geçiyor. Eskinin köylüleri, şimdinin fabrikalarında asgari ücret ile çalışmaya zorlanıyor. Yetmediği gibi bir de o köylünün “imajı” çalınıyor. Topraksız tarım yapan seralar, endüstriyel tarım yapan dev şirketler sattıkları ürünü “Tarla ürünü”, “Doğal”, “Çiftlikten” etiketleri ile konumlandırıyor. Reklam kuşaklarında hep kasketli köylü dayılar, şiveli konuşan köylü teyzeler var. Reklamcılık evet, böyle bir şey ancak bu bana göre bir noktadan sonra imaj hırsızlığı…
***
İpek Hanım Çiftliği’nin hikayesi
Beni en çok etkileyense çiftliğin kuruluş ve büyüme hikayesi oldu. Orada bir çiftlik var uzakta. Kentin gürültüsünden uzak, doğanın içinde, tadını ve adını bile unuttuğumuz lezzetlerin, kokuların, renklerin barındığı; belki de birçoğumuzun gelecek hayallerini süsleyen bir çiftlik. İpek Hanım Çiftliği’nin ortaya çıkış hikayesini, çiftliğin kurucusu Pınar Kaftancıoğlu anlatıyor:
1997… İstanbul hiç olmadığı kadar kalabalık, hiç olmadığı kadar gürültülü, hiç olmadığı kadar boğucu… Egzoz dumanı bacalardan püsküren kuruma karışmış, insanlar on kilometrelik yolları üç buçuk saatte gitmeye başlamış, çocuklar ağaç görmek için Yıldız Parkı’na, ördek görmek için Darıca’ya gidiyor… Bir şeyler yanlış gidiyordu ve bunu o yıllarda anlamış olmak en büyük şansımdı. İhtiyacım olan ne ardı ardına açılan alışveriş merkezleri, ne de Beyoğlu’nun gürültülü gece hayatıydı. Büyükdere Caddesi, gözümde bir korku filmi setinden farksızdı artık.
Kaçmak lazımdı. Arkadaşlarıma bahsedip durduğum, “şöyle sakin bir yerlere gitme, bir taş ev yaptırma, kendi bahçemde bir şeyler yetiştirme, bir sürü hayvan alıp onlarla zaman geçirme” planını gerçeğe çevirmek…
Kaçmak!.. Ama nereye?
Ege’yi oldum olası çok sevdim ben. Anadolulu ama modern insanlarını, kültürünü, yaşam tarzını, eğlencesini, dinginliğini…
İş hayatından yakayı kurtarmayı başardığınızda karar vermek zor olmuyor. Bir kamyon çağır, Mecidiyeköy’deki apartman dairesinin eşyasını içine doldurt, arabaya atla… Köprü’den son bir geçiş… Son bir “hoşçakal”…
Kaçış öyküm bu… Çiftliğin kuruluşu için ise birkaç yıl daha geçmesi gerekecekti.
Önce Kuşadası’nda geçen birkaç yıl… Ardından Aydın, Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını işlettiğim “Billur Su yılları”… Kızımın doğumu… İşlerin stresinden bunalıp fabrikayı bölgenin en büyük şirketlerinden birine devretmem ve otuzlu yaşlarımın sonunda emekliliğimi ilan etmem…
Doğal Yaşama Dönüş…
Nazilli’de ailemin anne kanadından kalma, miras paylaşımlarında konu bile olmamış birkaç basit, bakımsız arazi, birkaç da zeytinliğim vardı öteden beri. Fabrikayı işletirken yatırım için birkaç tane de ben satın almıştım. Sonunda Ocaklı Köyü’nde, Gireniz Çayı kıyısındaki beş dönümlük araziyi ıslah etmeye ve şu an yaşadığım çiftlik evini inşa ettirmeye karar verdim.
Kayserili mükemmel bir taş ustası olan Osman Usta, çiftliğin inşaatıyla uğraşırken ben, komşularımın yardımıyla yaylalardaki irili – ufaklı arazilerime çekidüzen vermeye başladım. Tarlalar sürüldü, köydeki ineklerin dışkılarıyla gübreleme yapıldı, dağ köylerinden hediye gelen fidanlar ve tohumlar ekildi, dikildi…
Çiftliğin inşaası tamamlandığında ve eşyam yerleştirildiğinde, tarlaların ilk ürünleri de çıkmaya başlamıştı. Bunun ne kadar büyük bir mutluluk olduğunu anlatmak gerçekten güç…
Kızım, İpek; artık “sözde organik” etiketli bebek mamalarına mahkum değildi. Kahvaltı masamızda hepsine isim koyduğum ineklerin sütleri ve o sütlerden yaptırdığım peynirler vardı artık. Ekmeği marketten almıyor, kendi fırınımda yapıyordum. Yumurtalar bahçenin sağından – solundan, çogu zaman da tavuklarımın folluğa çevirdiği ayakkabılıktan toplanıyordu.
Zeytinden ve zeytinyağından bol şeyimiz yoktu.
Bahçenin sağında solunda kendiliğinden yetişen otların her birinin bir adı olduğunu ve neredeyse hepsinden enfes yemekler yapıldığını öğreniyordum. Yılladır marketten aldığım kırmızı şeylerin, gerçek bir domates ile alakası olmadığını anladım. Havuçlar… Marullar… Fasülyeler… Börülceler…
Her şey istediğim, hayal ettiğim gibi olmuştu artık. Olmuştu olmasına da… Ortada tuhaf bir sorun vardı: Fazla abartmıştım!
Kestirmeye kıyamadığım tavuklarım azgın horozların da yardımıyla üredikçe üremiş, İpek’in her sabah keyifle topladığı yumurtaların sayısı neredeyse yüzü bulmuştu! İki senede bir çıkıyor olsa da altı tondan fazla zeytinyağının onda birini bile tüketme imkanım yoktu. Sebzeler – meyveler kasaları doldurdukça dolduruyor, kimyasal koruyucu kullanılmadığı için de sadece birkaç gün içinde çürüyüp çöp oluyordu. Havuçları İpek’in Haflinger cinsi atına tükettirmek başta iyi bir fikir gibi geldiyse de at, onuncu günün sonunda kudurdu. Ben de “arpası fazla kaçmak” deyiminin ne olduğunu görerek öğrenmiş oldum.
Pazarda tezgah açıp sebze satacak halim pek yoktu açıkçası. Toptancılara satmaya da kıyamıyordum. Zaten niyetleri de yoktu. Para kazanma gibi bir derdim olmasa da önerdikleri fiyatlar o kadar aşağılayıcı geldi ki ister istemez sitem ettim “Havucun sapı bile daha pahalıya mal oluyor” diye. Bilmemne bilmemne isimli ilacı kullanıp on kat verim alabileceğimi söylediklerinde ise yıllar boyu İstanbul’da tükettiğim gıdaların nasıl üretildiğini anlamış oldum.
Elimdeki fazla ürünleri kolilere doldurup İstanbul’daki eski arkadaşlarıma göndermek gibi iyi bir fikir buldum önce. Sonra onların arkadaşları… Onların da arkadaşları… Kime gönderdiysem sayfalar dolusu övgü maili alıyordum; mutlu ediyordu beni. “Benim herif sebzeyi ağzına sürmez” diyen kızların çoğu iki hafta sonra, ‘‘akşama Eneç yapsana” demeye başlamış kocalarından bahsediyordu.
Çiftliğin adı kulaktan kulağa yayıldı. Annelerin buluştuğu internet sitelerinde, bloglarda bahsedildi. Kendimi övmeyi yakışıksız bulsam da yaptığım işle övünmekten kaçınacak değilim: Çiftlik çok kısa bir sürede resmen efsane oldu!
Talepler arttı… Farklılaştı.
Başta sadece sebze ve meyve gönderirken ricaları kıramayıp köy ekmeğinden yufkaya, turunç reçelinden tarhanaya kadar onlarca ürünü “yeni arkadaşlarımla” paylaşmaya başladım.
İşi, ticarete çevirmek zorunda olmayışım, benim ve ürünlerimin en büyük şansı… Bunu söylemekten utansam da yıllar süren profesyonel iş hayatından kalan birikimlerim; kendi başlarına hayatımın sonuna kadar bana yetecek gibi… Öyle büyük paralar kazanma, inanılmaz karlar elde etme gibi dertlerim yok. Zaten Nazilli’nin Ocaklı Köyü’nde para harcayacak bir yer de yok! Bu sayede “dur şu kimyasalı tarlaya boşaltayım da beş yüz domates çıkacağına üç bin beş yüz domates çıksın” diyen bir şeytanım olmadı.
Burası, bilinen anlamıyla organik ürünlerin satıldığı bir internet sitesi falan değil. Zaten duyduklarım ve gördüklerim nedeniyle “organik” sözcüğüne bir hayli gıcık oluyorum. İyi mi kötü mü bir şey söylemek istemiyorum fakat: “organik ürün” yeni ve tuhaf bir sektörün etiketi oldu.
Ege’nin köy ürünleri: zaten yüz yıllardır “organik”!
Detaylı bilgi: İpek Hanım Çiftliği Resmi web sitesi