Konstantiniyye Oteli

Zülfü Livaneli’nin, Konstantiniyye Oteli kitabına roman demek ne kadar doğru olur? Yerüstü ve yeraltında geçebilecek her öyküye kalemini dokunduruyor, ama bu asla konunun dağıldığı anlamına gelmiyor.

livaneli-indigo dergi

Yazarın anlatısı, Osmanlı edebiyatının ‘Surname’ özelliklerini taşımaktadır. Şehzadelerin sünnet, padişahların av partileri, kadın sultanların evlenmeleri nedeniyle yazılan şiir ya da düz yazı biçimindeki yazılara surname denilmekte; yazıldıkları dönemin toplumsal yaşamına ilişkin bilgiler de verdikleri için tarihi öneme sahip yapıtlar olduğu bilinmektedir.

Sultanahmet’teki Bizans sarayının kalıntıları üzerine kurulan Konstantiniyye Oteli’nin açılışına İstanbul’un seçkin simaları katılmaktadır ve sadece kentin değil, ülkenin de tek sahipleri olduklarını gösterebilmek için ölümsüz oldukları yanılgısını taşımaktadırlar. Belediye Başkanları, büyükelçiler, siyasetçiler, Fener Rum Patriği, gazeteciler ve patronları, işadamları, hukukçular, televizyon yıldızları, mankenler ve tüm bu konukların arasındaki davetsiz misafirler:Netropolis ölüleri! Zülfü Livaneli,değişimin/dönüşümün göreceli olduğunu Konstantiniyye Oteli romanının sayfalarında okura göstermektedir.


Roman içinde birçok kahraman ve olaylar örgüsü barındırmasına rağmen, okuyucuya sorgulatmak istediği değişimlerin/ dönüşümlerin kendisini hangi noktaya getirecek olduğudur! İstihbaratçıların infazları, kültürsüzlüğü ilke edinen ve iktidarın kuyruğuna takılan müteahhitleri, dolandırıcılığı ticaret sananları, köşe yazılarını özlü sözler çöplüğüne döndüren aydınları şölenin büyük oyuncuları olarak görüyoruz romanda.

Surname mi Roman mı?

Kitabın bölüm başlıklarına bakarsak, Surname tespitimizin doğruluğunu göreceğiz: Bizans Sarayı’nın kalıntıları üstüne yapılan yedi yıldızlı Konstantiniyye Oteli’nin açılış gecesine dair; İmparator’un görkemli girişine ve Elmas Hanım’ın gafına dair; Zengin malı ve züğürdün çenesine dair; TOMA romantizmine dair; İstanbul eğlencesine dair; 6 numaralı masadaki ilginç insanlara dair gibi bölümler yaşanan bir şölenin anlatımı üzerine kuruludur.

‘Zehra saatine bakıyor; 11.18. Saatin siyah kadranı büyüyor, büyüyor, gelip yüzüne çarpıyor… İçini dışarı çıkarmaya çalışan o güçlü elle başa çıkamayacağını anlayıp kusmak üzere eğildiği lavaboya, sonra da küvetin kenarına tutunmaya çalışırken yere yığıldığı ve banyonun mermer zeminin sıcaklığını sağ yanında duyarak kendinden geçti.’ Zehra burnunda toprak kokusunu duyarak yeraltı alemine geçmekte ve ölülerin kendi aralarında evrensel bir dil ile konuşup, anlaşabildiği Nekroplis’in sırrına ermekte olduğunu bilmek üzeredir.

‘İnsanlar hangi dili konuşursa konuşsun, öldüğü anda hepsini unutur ve ölmüş olan herkesin bildiği dili konuşmaya başlar, ölüler diyarında tek bir dil vardır.’

Geçmişin ve günümüzün olaylarının ve yaşanmışlıklarının İstanbul’da, zamanın iç içe geçtiğini Zehra’nın, Nekropolis’te unutulmuş kahramanlardan biri ile yaptığı konuşmada görürüz:
‘Bizans’ta o kadar çok göz oyuldu ki Körler Diyarı buraya çok yakışan bir isim. Hem her devirde, gözünün önünde dönen dolapları göremeyecek kadar saf bir ahaliye sahip olduğu için hem de bu kadar çok göz oyulduğu için.’
Bu arada Zehra dayanamayarak söze girdi. ‘Burada da bir çok kişi gözlerini kaybetti.’

‘Hangi yöntemle?’ diye sordu Bizanslı yazar.
‘Gazla, belki de gaz kapsülüyle.’
‘Bunu hiç duymadım ama yöntem ne olursa olsun, aynı adet devam ediyor demek…

Günümüz İstanbul’unun surnamesinde her canlının ölümü tadacağı fakat, henüz kendini sonsuzluğun kapısına yeni varmış hisseden, ölümsüzlüğü bulduğunu sanan, maddi açıdan zengin, manevi olarak yoksul insancıkların öyküsü sergilenmektedir. Zenginliğin, kibrin, cahilliğin, radikal düşüncelerin ve adaletsizliğin merkezi Konstantiniyye Oteli, İstanbul’un kabul edilen yeni simgesidir aslında! Livaneli, Napoleon Bonaparte’ın ‘Dünya tek ülke olsaydı başkenti Konstantiniyye olurdu.’ sözünü kitabın girişinde alıntı olarak kullanırken, büyük olasılıkla İstanbul’da geçen ve yaşanan olayların, yozlaşmaların tüm insanlığın değerleri üzerine olduğunu okuyucusuna anlatmakta ve sarsmaktadır.

İşadamlarının, yazarların, hukukçuların, aydınların, metreslerin, aldatanların, mafyanın yanında; ensesti, tecavüzü, IŞİD’e katılmak için annesinin ölmesini bekleyeni; Rojova’da devletin bombalarından kaçıp, bu otelde şansını denemek isteyeni; eşini ve çocuklarını sadece şeyhi emrettiğinden camdan atarak öldüren inançlı katili de Livaneli bu şölen anlatısının içine katmıştır. Roman, anlatının merkezinden dışa doğru açılmaya başladığında, gerçek Nekropolis’in ‘An’ olduğunu okuyucusuna hissettirmektedir.


Romanın ana karakteri Zehra’nın zamanda sıçramalar yaparak geleceğe/geçmişe gitmesi, ölüler ile konuşabilmesi, ruhunun bedeninden ayrılarak mekanda yolculuklara çıkabilmesi aslında metafordur. Yozlaşmayı, değişimi ancak bu şekilde yenebilmektedir kahramanımız.

‘Bu ülkede kızlara tecavüz etmekle yetinmiyor, bir de başlarını levyeyle eziyor, kör kuyulara atıyor, benzin döküp yakıyorlardı. Yeni şiddet dalgası buydu. Çünkü katiller ekranda gördükleri, filmlerden öğrendikleri, DNA dahil hiçbir iz bırakmama ilkesine uyuyorlardı. Buna rağmen yakalanınca da, ormanda avlanmış ürkek vaşak gözleriyle kameralara bakıyorlardı. Bu gözlerin hiçbirinde o kızın ya da ailesinin yaşadıklarını anlama, sezme emaresi yoktu. Sonra bu katilleri destekleyen tweetler sökün ediyordu.’ Taksi sürücüsünün bu yargısı, sabah programlarında Müge Anlı’nın üzerimizde yarattığı travmanın yansıması olarak kitapta yer almakta ve kadın cinayetlerinin, tecavüzlerinin kanıksandığını üzerimize kusmaktadır.

indigo-livaneli

Orhan Pamuk’un, İstanbul merkezli romanlarında sıkça rastladığımız sokak köpeklerine Livaneli’de değinmektedir. Hayırsız Adaya ölüme gönderilen köpekler:‘Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor…Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolanarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar.’

Dost Yaşar Kemal’e Selam:

Livaneli, dostu Yaşar Kemal’e de bu şölenden selam göndermeyi eksik etmez:‘Nihat’ın geçen yıl çok zevk alarak okuduğu bir kitapta o hayatların derinine giriliyordu. Kitabın adı ‘Allahın Askerleri’ydi’ Yazar bir süre bu çocuklarla yaşamış, onlarla düşüp kalmış, her birinin akla ziyan hikayesini yazıya geçirmişti. İnsan bunları okuduğu içi bir tuhaf oluyor, onları tehlikeli yaratık olarak görmekten çok, hallerine üzülüyordu. Oysa yazar hiç de acındırmıyordu bu çocuklara; anlatma biçimi acıklı şarkılara, acıklı yazılara, acıklı şiirlere benzemiyordu. Bu daha da çok çarpıyordu okuyanları.’

Aforizma Kültürü:

Nazım Hikmet’in, Nietzsche’nin, Schopenhauer’in, Mevlana’nın koca koca ciltli kitaplarını okumak yerine, aforizma olarak sosyal medyadan paylaşılması ve alınan beğeni sayısına göre yeni kimlik edinme anlayışının eleştirisi acımasızca kitabın sayfalarına girer ve yaşadığımız sığlığı sorgulamamız istenir. Büyük olasılıkla bu kitabın okuyucusu da sevdiği alıntıları kendisine ait sosyal medya sayfalarında paylaşacak ve alacağı beğeni sayısına göre anlatıyı değerlendirecektir.

Livaneli, Mutluluk romanına gönderme yaparak bu şölende kendisinin de varlığını üçüncü bir kişi olarak anlatır:‘Aslında Rahmanlı, köylerden Moğol ordusu gibi akıp gelen gariplerle yeni yeni büyümeye başladığı sırada bir romancının dikkatini çekmiş, 2002 yılında yayınlanan romanda bu bölge anlatılmıştı. Roman, tecavüz kurbanı olduğu için töre gereği öldürülmesi gereken Meryem ile onu öldürmek üzere İstanbul’a getiren kuzeni Cemal’in, Rahmanlı’da bulduğu ağabeyi Yakup’la konuşmalarına da yer vermişti.’

 ‘Gelecek yılbaşı hangileri Netropolis’te olacak acaba? Ya da hangimiz? Zehra’nın bu sorusuna verilebilecek yanıt henüz bulunmadı.

 

Okunmalı!


Konstantiniyye Oteli: Zülfü Livaneli (Roman- Doğan Kitap/ 2015-476 sayfa)