AKP’nin 2002 yılında tek başına iktidar olmasıyla başlayan süreçte Türkiye, dış politikada İslamcılığa kayma yönünde büyük değişimler yaşadı. 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri ise Türkiye için bir dönüm noktası oldu.
Bu değişimler, Ahmet Davutoğlu’nun 2009 yılında Dışişleri Bakanı olmasının ardından İslam dünyasıyla daha yakın ilişkiler içine girilmesiyle pekişmiştir. Ahmet Davutoğlu, kendisine kadar olan politikalarda iktisadi ve sosyolojik temel değişimleri hedeflemiş ve 2014 yılında başbakan olması ile birlikte dış politikadaki değişim düşüncelerini açıkça dile getirmeye başlamıştır. Türkiye’nin bir cihan devleti olarak görülmesi ve sınırlarının aşılmasını hedeflemiştir. Ahmet Davutoğlu’nun söylemleri, onun Osmanlı İmparatorluğu’na ve Panislamizme olan özleminin bir dışa vurumudur. Panislamizm, Batı müdahalelerine karşı koymak için İslam’ın birleştirici gücünü yeniden canlandırmak üzere 19. yüzyılın sonu ve 20.yüzyılın başlarında ortaya çıkmış bir harekettir. İdeolojik olarak İslam Uygarlığı’nın temel değerlerine ve geleneklerine geri dönüş olarak adlandırılabilir. Politik olarak da Sultan’ın iç işlerinde pek çok dış müdahaleye maruz kaldığı bir sırada, Avrupa saldırılarına karşı halifeliğin güç ve pozisyonunu artırmak üzere planlanmıştır.1
Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurtuluşunun ancak bu politika ile olabileceğini düşünmüştür. Ahmet Davutoğlu ise bu politikayı söylemlerinde adlandırmamasına rağmen sürekli vurgulamaktadır. Oysa bu söylemler Türkiye Cumhuryeti’nin kuruluş felfesesine ters düşmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığını reddetmemiş ancak onun devamı da olmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti, dış politikada izlediği politikalarla Osmanlı ile benzer özelliklere sahiptir. Bunlar:
- Güç dengesini dikkatle izlemişler ve bu yöntemle işgal edilmekten kurtulmuşlardır. Osmanlı, fethetmek üzerine kurulu olsa da, 17. yy sonrası ilerleme durmuş ve güç politikasına geçmiştir.
- İşgal edilme tehdidi olmadıkça savaşa girmemişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı temel noktaları ise:
- Osmanlı İmparatorluğu; çok uluslu/dinli/mezhepli ve temel siyasal,ekonomik ve ideolojik yapıları değiştirmemek üzerine kurulan, değişmezlik ilkesini benimseyen bir politika üzerine kurulmuştur.
- Türkiye Cumhuriyeti; değiştirmek ilkesi üzerine kurulmuştur. Ülkenin devamı için Batı Medeniyetleri seviyesine yükselme hedefinde ilerlemiştir.
***
Osmanlı İmparatorluğu sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ilk yıllarda laik devlet anlayışı ile kurucu bir felsefe oluşturmuş ve batı medeniyetleri seviyesine ulaşma hedefi ile bir başlangıç yapmıştır. Osmanlı İmparatorluğu saltanatını 1 Kasım 1922 tarihinde, halifelik kurumunu ise 3 Mart 1924 tarihinde kaldırmıştır. Her iki kuruluşun kaldırılması laiklik düzeni için gereken aşamalardır. 3 Mart 1924 tarihinde Şeri’ye ve evkaf vekaletinin kaldırılmasıyla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması amaçlanmıştır. Daha sonra Medeni Kanunun kabul edilmesi, 1928 yılında “Devletin dini İslam’dır” maddesinin anayasadan çıkarılması ve 1937’de laiklik ilkesinin anayasaya dahil edilmesi, laikliğin devamı için yapılan diğer düzenlemelerdir. Laiklik ilkesinin önemi tanımında açıklanmıştır.
Laiklik: Din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak, yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüklerini tanımaktır. Devletin demokratik, bağımsız; ulusun özgür olabilmesi laikliğin tam olarak yerleşmesine bağlıdır. Laiklik, inanç ile akıl ve pozitif bilimin sınırlarını kesin olarak çizen temel ilkedir.
Siyasette din istismarı
Türkiye Cumhuriyeti laikliği benimseyerek Müslümanlığı reddetmemiş, ancak onu devlet işlerinden ve dış politikada uluslararası ilişkileri etkileyecek bir unsur olmaktan çıkarmıştır. Ancak kuruluşunda laiklik ilkesini olmazsa olmaz olarak kabul eden Türkiye Cumhuriyeti, bünyesinde özellikle çok partili sisteme geçildikten sonra zaman zaman dinin etkisi, bir unsur olarak kendisine hem iç hem de dış siyasette yer bulmuştur. Bu sistemle 1950 yılında yapılan seçimlerde iktidar olan Demokrat Parti, iç siyasette İslam ve muhafazakarlık olgularına önem vermiş, dış politikada ise Sovyetler Birliği rejiminden duyduğu kaygı, komünizmin Türkiye’ye de gelebilecek olması endişesiyle ABD ile ilişkileri ön plana çıkarmıştır. Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleştirilen bir askeri müdahale ile yönetimden uzaklaştırılmış, hükümet üyelerinden bazıları ve başbakan Adnan Menderes suçlu bulunmuş ve cezaları infaz edilmiştir.
1961 Yılında, Cumhuriyet Halk Partisi ve kapatılan Demokrat Parti’nin yerine kurulan Adalet Partisi koalisyonu gerçekleştirilerek hükümet oluşturulmuştur. Koalisyon süresince iç ve dış politikalarda laiklik dikkate alınmaya çalışılsa da bu bir sonraki seçimlere kadar giderek yavaşlamıştır.
1965 Yılında Adalet Partisi tek başına iktidar ve partinin başkanı olan Süleyman Demirel hükümetin başına geçerek başbakan olmuştur. Adalet Partisi politikalarının en belirgin özelliği olarak dini inanışların ön plana çıkarılması iç politikalarda halk üzerinde sempati yaratmış ancak dış politikalarda da din unsurunun kullanılmaya başlanması giderek ülkeyi müslüman olan orta doğu ülkelerine daha çok yaklaştırmıştır. Bu da memleketi, Türkiye Cumhuriyeti kuruluş ilkelerinden uzaklaştırmaya başlamıştır. Buna örnek olarak; 1967’deki 6 Gün Savaşı verilebilir. Türkiye bu dönemde Ortadoğu Müslüman devletlerinin desteğini kazanabilmek için Arap ülkelerinin yanında olmuştur.
12 Mart 1971 tarihinde, artan terör eylemleri ve yanlış yönlendirmeler sonucu yeniden müdahale etmek zorunda kalarak Adalet Partisi Hükümeti’ne muhtıra verilmiştir. 19 Mart günü Nihat Erim’in başbakan olduğu azınlık hükümeti ile teknokratlar dönemi başlamış ve 1973 yılında yapılan genel seçimlere kadar devam etmiştir.
Genel seçimler sonunda Bülent Ecevit başkanlığındaki CHP, birinci parti olarak çıktı. Ecevit, hükümeti Milli Selamet Partisi ile koalisyon olarak kurdu. Türkiye Cumhuriyeti’nin laik görüşlü partisi ile dini görüşleri ağır basan Necmettin Erbakan’ın partisinin dış ilişkilerdeki ilk icraatı 12 Mart döneminde Amerika’nın isteğiyle yasaklanan haşhaş ekimi serbest bırakılmıştır. Ecevit’in başbakanlığındaki CHP-MSP döneminde, ikinci icraat olarak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli yeri olan “Kıbrıs Barış Harekatı” olmuştur. Harekat ile birlikte Türkiye, Amerika ile Avrupa’nın tepkileriyle karşılaşmış ve Türkiye’ye silah ambargosu uygulanmıştır. Avrupa Ekonomik Topluluğu ile de ilişkiler bozulmuştur. Kıbrıs’a yapılan harekat nedeni ile uluslararası alanda desteğe ihtiyacı olan ve batıdan giderek uzaklaşan Türkiye Cumhuriyeti, bunun için İslam Kalkınma Örgütü’nden destek istemiş ve örgüt ile görüşmeler başlamıştır. Bu görüşmeler Türk dış politikasının pragmatik niteliğini ortaya koymaktadır. İKÖ ile görüşmeler, Arap ülkeleri ile gelişen ilişkiler artık Türk dış politikasında sadece Batı yanlısı bir politika üretmek düşüncesinin dışına çıkıldığını göstermiştir.
12 Eylül 1980 askeri müdahalesi sonucunda “Siyasal İslam” daha fazla dış politikada kendini hissetirmeye başlamıştır. Toplumda muhafazakarlaşma da artmıştır. Bu dönemde açılan İmam Hatip Okulları bütün dönemlerde açılanlardan çok daha fazla olmuştur. 1983 Seçimlerinde, Turgut Özal ile başlayan yeni dönemde, liberal ekonomik politikalar ülkenin ekonomi politikalarında değişimler sağlamıştır. Dış politikada ise, Turgut Özal’ın ABD ile birebir ilişkileri yeni bir imajın oluşmasını sağlamıştır. Ancak toplumda sürekli artan bir muahafazakarlaşma eğilimi sonucunda 1995 seçimlerinde iktidar olan Refah Partisi ile din hem iç hem de dış politikada çok fazla ön plana çıkarılmıştır. Bunun sonucunda 28 Şubat 1997 tarihinde postmodern darbe olarak adlandırılan askeri müdahale gerçekleştirilmiştir. Her ne kadar bu darbenin nedeni, artan İslam etkisini kırmak olsa da asker halk desteğini almak için İslam unsurunu kullanmak zorunda kalmıştır. Bu ironik durum, günümüz iktidarının temelini oluşturmaktadır. O dönem İstanbul Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan, Ziya Gökalp’in “Askerin Duası” şiirinden okuduğu bir dörtlük sonucunda halkı kin ve düşmanlığa teşvik ettiği için hapse atılmıştır. Bu süreç, siyasette yıldızının parlamasına neden olmuş ve kendisini desteklemeyen kitlelerin dahi sevgisini kazanmasında etkili olmuştur.
AK Parti’nin ortaya çıkışı
Recep Tayyip Erdoğan, 2002 seçimlerinde tek başına iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nden milletvekili ve başbakan olmuştur. İktidar olduktan sonraki ilk yıllarda, din unsuru konusunda hassas davranarak çok fazla kullanmamışlardır. Ancak Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olması ve Arap Baharı ile gelişen olaylar sonrasında dinin etkisi hem iç hem dış siyasette kendisini göstermiştir. Yalnızca İslam açısından bir din ayrımı yapmakla yetinmeyerek, İslam içinde mezhepleri de ayırıcı politikalar izlenmiştir.
Türk Dış Politikası’nda din unsurunu incelemeyi amaçladığım bu çalışmanın girişinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, laiklik ilkesinin gelişimi ve Atatürk dönemi Türk dış politikası sonrasında sırası ile günümüz Türk dış politikasında İslam unsuru ile ilgili yaşanan olaylar ve değişen politikaları çok kısa olarak özetlemeye çalıştım.
Çalışmamda kısaca değindiğim konuları incelemeye çalışacağım.
1923-1938 Dönemi Türkiye Dış Politikası
Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Mondros Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu işgale uğramıştır. Bu işgal Milli Mücadele’nin temel nedenidir. Sevr Antlaşması’nın imzalanması, Türk Halkının milli duygularını harekete geçirmiş ve Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Milli mücadale savaşı vermiştir. Lozan Antlaşması ile Sevr Antlaşması geçersiz sayılmıştır. Tarihin sayfalarına karışan Osmanlı İmparatorluğu sonrasında, 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve Misak-ı Milli sınırları belirlenmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, 1923-1930 yılları arasında İngiltere, Fransa ve Yunanistan ile çözülemeyen sorunları çözmeye çalışmış, Sovyetler Birliği ile ilişkilerini ilerletmeye başlamıştır. Bu ilişkilerin düzeltilme çabası, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh,cihanda sulh” anlayışının, dış politikaya yansıması olmuştur.
Türk-Yunan mübadalesi ile Anadolu’daki gayri Müslim nüfusunun azaltılması amaçlanmıştır. Bu nüfus mübadelesinin başarılı olmasının temelinde Türk-Yunan ilişkilerindeki düzelme vardır. Balkanlar ve Kafkasya’dan yapılan göçler sonucunda iki sorun meydana gelmiştir. Bunlar: Alevi ve kürt sorunlarıdır. Günümüze dek ulaşan bu sorunlar henüz bir çözüme ulaşamamıştır.
1932-1938 Yılları arasında Türk dış politikası aktif bir şekilde ilerlemiştir. İtalya’da Mussolini ve Almanya’da Hitler iktidarları, güvenlik ekseninde dış politika izlenmesine yol açmıştır. İngiltere ve Fransa ile düzelen ilişkiler sonucunda Türkiye, Milletler Cemiyeti üyesi olmuştur. 9 Şubat 1934’te Yunanistan,Yugoslavya ve Romanya ile güvenlik ve yardımlaşma için Balkan Antantı kurulmuştur. 8 Temmuz 1937’de ise Sadabat Paktı, saldırmazlık ve iyi komşuluk kurulması amacı ile Afganistan, İran ve Irak’la imzalanmıştır.
Atatürk dönemi Türkiye Dış Politikası’nın temel özellikleri:
1) Barışçı politika , “Yurtta sulh, cihanda sulh”
2) Ulusal bağımsızlık
3) Batılılaşma ve batı medeniyetleri seviyesine ulaşmak
4) Statükonun korunması
İslam unsurunun Türkiye Dış Politikası’na yansıması:
1) Türk kimliğinin bir motifi ve boyutu olmuştur. Ancak zaman zaman islam kimliği Türk kimliğinin önüne geçmiştir.
2) Türkiye’nin laik devlet olması, laik devlet anlayışı ve halifeliğin kaldırılması, İslam’ın iç ve dış siyasette bir öge olmaktan çıkarılmasını sağlamıştır.
3) İslam politikası olan siyasi partiler iktidara geldiklerinde, dış politikada “ İslamcı” hareketleri ve ideolojileri yansıtma çabaları olmuştur. Refah Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi gibi İslamcı ideoloji ve Milli Görüş geleneğinden gelen partiler, iktidar olduktan sonra İslamı, iç ve dış siyasette bir unsur olarak eklemeye çalışmışlardır
1938-1950 Dönemi Türkiye Dış Politikası
10 Kasım 1938 Tarihinde Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının ardından, İsmet İnönü cumhurbaşkanı olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün dış politikası ana hatları ile devam etmiştir. Ancak İkinci Dünya Savaşı öncesine denk gelen cumhurbaşkanlığı süresinde İsmet İnönü, güvenliği ön planda tutan bir dış politika izlemiştir.
İkinci Dünya Savaşı boyunca İngiltere, Fransa,Almanya ve Sovyetler Birliği Türkiye’nin savaşa girmesi için çaba harcasa da İsmet İnönü aktif tarafsızlık politikası izleyerek sıcak çatışmaya girmemeyi başarmıştır. İnönü, Birinci Dünya Savaşı’nın bir komutanı olarak böyle bir savaşa yeniden girmenin toprak kaybına da yol açabileceğini öngörmüştür. Bu dönem,ülke de pek çok sorun yaşanmasına rağmen, devletler arası ilişkiler bakımından en büyük sorun Sovyetler Birliği ile yaşanmıştır. Zira savaş sonrası, çift kutupluluk döneminde Sovyet Birliği’nin, Türkiye’ye karşı tavır aldığı süreçte Türkiye Batılı devletler ile ilişkilerini geliştirmiştir. Bu ilişkilerdeki en önemli noktalardan biri, ABD’nin köminist tehdide karşı Thruman Doktrini ve Marshal Yardımları aracılığı ile Türkiye’ye maddi destek de bulunmasıdır.
1950-1960 Dönemi Türkiye Dış Politikası
1950 yılında Türkiye Cumhuriyeti çok partili hayata geçerek ilk kez genel seçimlere gitmiştir. Bu seçimlerde CHP ağır bir yenilgi almış ve Demokrat Parti iktidar koltuğuna oturmuştur.
Demokrat Parti’nin iktidara gelme nedenleri farklı şekillerde yorumlanmıştır. CHP iktidarına bir tepki olarak gören bir kesim olduğu gibi, DP’nin ideolojik olarak farklılıklarının da etkili olduğunu düşünen bir kesim olmuştur. DP, CHP’de görev alan partililer tarafından kurulmuş olmasına rağmen iki parti arasında yapısal farklılıklar vardır. DP’yi özellikle muhafazakar kesim desteklemiştir. Cumhuriyet ile birlikte gelen laiklilk ilkesini benimsemeyen bir kesim DP’nin başarısını “kansız devrim” olarak değerlendirmiştir.
DP’nin ilk çıkardığı üç kanun, partinin yönelimini ortaya koymuştur. 16 Haziran’da Arapça ezan yasağını,7 Temmuz’da dinsel yayın yasağını kaldırmıştır. 24 Aralık 1952 Tarihinde, Anayasa’nın dilini eski dile çevirmiştir.
1952 Yılında NATO üyeliğine Türkiye’nin kabul edilmesi ve DP’nin aktif dış politika izlemesi sonucunda, Türkiye’nin Batı ile ilişkileri gelişmiştir. Politikalarının daha çok İslam’a dayanması sebebiyle Başbakan Adnan Menderes, Ortadoğu’da “lider ülke” konumuna gelmek istemiş fakat sadece ABD’nin Ortadoğu’daki uzantısı olmakla sınırlı kalmıştır.
1953 Yılına dek, DP iktidarı tarafından yönetilen ekonomi iyi bir şekilde ilerlemiştir. Ancak bu yıl sonrasında, enflasyon yükselmiş, işsizlik artmış ve dış ödemeler artış göstermiştir. Tüm sorunlara rağmen, 1954 seçimlerinde DP oylarını artırarak yeniden iktidar olmuştur. Halkın büyük oranda desteğini alan Adnan Menders meclis kürsüsünden “Siz hilafeti bile geri getirebilirsiniz”deme cesaretini gösterip güvenoyu almıştır.
Bağdat Paktı, ile Türkiye Balkan İttifakı’ndan sonra bir örgüte daha dahil olmuştur. Bu örgüt “CENTO”dur. Cento; Türkiye ile Irak arasında 24 Şubat 1955 tarihinde imzalanan “Karşılıklı İşbirliği Antlaşması”na , Pakistan’ın ve İran’ın da katılımı ile oluşan güvenlik ve savunma örgütüdür.
27 Ekim 1957 Seçimlerinde DP oyları azalarak yeniden iktidar olmuştur. Ancak izlediği politikaların yanlışlığı ve tahkikat komisyonunu kurarak, CHP’yi kapatmayı hedeflemesi DP’nin son adımı olmuştur. Bu komisyon sadece DP milletvekillerinden oluşturulmuş ve baskılar artırılmıştır.
Bu durum karşısında İsmet İnönü, ” Bir idare insan haklarını tanımaz ve baskı rejimini kurarsa o memlekette ihtilal kaçınılmaz olur. Bu yolda devam ederseniz, sizi ben bile kurtaramam. ” sözleri ile baskıcı rejimlerin er geç sona ereceğini dile getirmiştir.
İsmet İnönü, sözlerinde haklı çıkmıştır. 27 Mayıs 1960 sabahı, Albay Alparslan Türkeş, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetime el koyduğunu açıklamıştır.
1960-1980 Dönemi Türkiye Dış Politikası
1960-1980 dönemi Türk-ABD ilişkilerinde sarsıntılar ve krizler dönemidir. Kıbrıs sorununa bağlı olarak ortaya çıkan “Johnson Mektubu” ve “Silah Ambargosu” ilişkilere darbe vuran gelişmeler olmuştur. Bu iki olay Türk dış politikasında önemli değişikliklerine yol açmış, Türkiye′nin Sovyetlerle olan ilişkilerini yeniden gözden geçirmesine neden olmuştur.
1960’lı ve 70’lı yıllar Türkiye’nin Batı ile sorunlar yaşadığı buna karşın Doğu’yla ilişkilerini geliştirmeye çalıştığı ‘eksen kaymasının yaşandığı’ bir dönem olmuştur. 1950’li yıllarda Türkiye’nin izlediği tek yanlı dış politika -Batı/ABD yanlısı- anlayışının 1962 yılında vuku bulan Küba Krizi ile yanlışlığı ortaya çıkmış ve Türkiye bu tarihten itibaren ABD dışındaki bölgelerle de yakın ilişkiler kurmak için harekete geçmiştir. 1963 yılında tırmanışa geçen Kıbrıs’taki şiddet eylemleri nedeniyle Türkiye’nin Yunanistan’la karşı karşıya geldiği bir dönemde ABD Başkanı Johnson’un gönderdiği tehditkâr mektup Türkiye’nin bu yöndeki çabalarını hızlandırmıştır.2
1960 – 1970 döneminde Ankara, özellikle Sovyetler Birliği ve Ortadoğu devletleri ile ilişki kurmaya çalışmıştır. Bu bağlamda 30 Ekim – 6 Kasım 1964 tarihleri arasında dışişleri bakanı Feridun Cemal Erkin’in Sovyetler Birliği’ne gerçekleştirdiği ziyaret, Türk – Sovyet ilişkilerinin düzelmesine olanak sağlamıştır. Ayrıca bu dönemde Ortadoğu devletlerinin desteğini sağlayabilmek için Türkiye, 1967’de 6 Gün Savaşı’nda Arap ülkelerini desteklemiş, Birleşmiş Milletler’de Arapları ilgilendiren hususlarda Filistin Meselesi’nin temel belgelerinden biri olan Birleşmiş Milletler’in 242 sayılı kararı da dâhil olmak üzere bu devletler lehinde oy kullanmış ve 1969 yılından itibaren İslam Zirve Konferansları’na katılmaya başlamıştır.3
Beşinci cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Ürdün Kralı Hüseyin’in 21 Ağustos 1969’da İsrail işgalindeki Kudüs’te El Aksa Camii’sinin kundaklanmaya çalışılmasına tepki veren Müslüman ülkeleri için bir zirve toplanmaya çağırılanlar arasındadır. Ancak Sunay konferansın adında İslam kelimesinin geçmesi ve Türkiye’nin laik olduğunu belirterek teklifi reddetse de konudaki yetkinin hükümete ait olduğunu bildirmiştir.
Konferans için toplanmasını isteyen Arap ülkelerin bir amacı İsrail’e karşı birlik olunduğunu göstermekse de arka planda asıl amaç Mısır yönetimine darbe ile geçen Cemal Abdül Nasr’ın Arap Birliği lideri olma girişimlerini engellemekti. Çünkü Arap birliği düşüncesi İslam Birliğine aykırıydı. Türkiye böyle bir Ortadoğu sorunun içinde karar vermek zorundaydı.Başbakan Süleyman Demirel bir açıklama yaparak Türkiye’nin Rabat’a gözlemci statüsünde katılacağını ve bunun dış politikaya aykırı olmadığını belirtmiştir.
Toplanan zirveden iki önemli karar çıkmıştır:
1) İsrail’in işgal ettiği topraklardan çıkartılması
2) Müslüman ülkelerin yılda bir kez toplanması için daimi sekreterlik kurmak, örgüt için ilk adım sayılması
İsrail ile diplomatik ilişkilerin kesilmesi fikri ortaya çıksa da Arap ülkeleri burada tekrar fikir ayrılığına düşmüştür. Türkiye dışişleri bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, ülkemizin BM üyesi olmasından kaynaklı zirveden çıkan bildirgeyi, BM üyeliğine uygun şekilde destekleyeceğini açıklamıştır. Türkiye burada ne İran ne de İsrail’le olan ilişkilerini kesmeyeceğini belirtmiştir.
Türkiye’nin, 70’li yıllar boyunca Arap ülkeleriyle ilişkileri gelişmiştir ve 1975’te Türk Dışişleri Bakanı Çağlayangil bizzat Arap Ülkeleri Dışişleri Konferansı’na katılmıştır. Burada Kıbrıs Türk Federe Toplumu Devlet Başkanı Rauf Denktaş ta konuk olarak katılarak toplantı sonunda yayınlanan bildiride “Türk toplumunun bir Kıbrıs Cumhuriyeti sayılamayacağı belirtilerek, meşru haklarını ve İslam karakterini korumak için harcadığı çabaların anlayışla karşılandığı” açıklanmıştır. Burada 7. Dışişleri Bakanları zirvesinin İstanbul’da yapılacağı da bildirilmiştir.
12-15 Mayıs 1976’da Türkiye’deki toplantı ve Türkiye’deki gelişmeler:
1) Süleyman Demirel Filistin konusunda Araplarla birlikte hareket edileceğini açıklamıştır.
2) Kültürel ve bilimsel işbirliği için 2 merkezin kurulmasına karar verilmiştir. Bunlardan biri İstanbul’da İslam Konferansı Tarih, Kültür ve Sanat Araştırması Merkezi; diğeri Ankara’daki İslam Ülkeleri İstatistik, Ekonomi ve Sosyal Araştırma ve Eğitim Merkezidir.
3) İslam Kalkınma Örgütü’ne katılmak için T.B.M.M’ye tasarı gitse de sonuçsuz kalmıştır.
1979’da Fas’da düzenlenen Dışişleri Bakanları Konferansı Kıbrıs için önemlidir. Bunun nedeni burada Kıbrıs Türk Topluluğunun konuk statüsünden gözlemci statüsüne geçirilmesi ve adadaki Türklere yardımda bulunulması için çağrıda bulunulmuştur.
İKÖ ve Türkiye ilişkilerini özetlersek:
- Türkiye ilk kez, 1975 yılında yapılan 6. Dışişleri Bakanları Konferansında, Dışişleri Bakanı düzeyinde temsil edilmiştir. Türkiye’nin devlet başkanı düzeyinde katıldığı ilk İslam Zirvesi ise, 1984 yılı Şubat ayında Kazablanka’da yapılan 4. İslam Zirve Konferansı olmuştur. 4. İslam Zirve Konferansı, Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi’nin (İSEDAK) başkanlığının 7.Cumhurbaşkanımız Kenan Evren tarafından üstlenilmiş olması nedeniyle, Türkiye ile Teşkilat ilişkileri açısından bir dönüm noktası olarak görülebilir.
- Türkiye Cumhurbaşkanı 1984 yılında Kazablanka’da yapılan Dördüncü İslam Zirve Konferansında İSEDAK başkanlığına seçilmiş, böylece, Türkiye, İslam Ülkeleri arasındaki çok taraflı ekonomik işbirliği faaliyetleri alanında etkin bir konuma da gelmiştir.
- Türkiye üzerine aldığı İSEDAK başkanlığı görevini, disiplinli ve düzenli yıllık toplantılarla sürdürmüş ve proje bazında somut gelişmeler kaydedilmesini sağlamıştır. İSEDAK bu çalışmalarıyla kısa zamanda gelişmiş ve üye ülkeler nezdinde saygınlık kazanmıştır.
- 2004-2014 Yılları arasında İKÖ genel sekreterliği görevini Ekmeleddin İhsanoğlu yapmıştır. Türkiye’nin burada temsilci olarak görev alması uluslararası alanda önemli olmuştur. 1968 Olayları sırasında sağ ve sol gruplar çok sayıda eylem ve çatışmada bulunmuştur. ABD’nin filosunu protesto edenler arasından iki genç öldürülmüştür. 1960’da asılan üç sağ temsilcinin karşılığında bir rövanş hareketi olarak algılanabilecek şekilde, 6 Mayıs 1972 gününde Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edilmiştir. Deniz Gezmiş’in idamında rol alan Nihat Erim 1980 yılında Dev Sol örgütü tarafından, Deniz Gezmiş’in intikamını almak amacı ile öldürülmüştür. 12 Mart 1971’de ordu bir kez daha hükümete el koymuş ve Milli Nizam Partisi kapatılmıştır. 11 Ekim 1972’de Milli Selamet Partisi kurulmuş ve Milli Nizam Partisi’nin devamı niteliğinde olmuştur. Erbakan siyasi hayata girdiği andan itibaren Milli Görüş geleneğini beraberinde getirmiştir. Birinci Milliyetçi Cephe ve İkinci Milliyetçi Hükümetlerinde, Başbakan yardımcılığı görevini üstelenmiş ve bu görevdeyken, ” Önce ahlak ve maneviyat” sloganı ile ön plana çıkmıştır. Erbakan, İslam ile birlikte hareket eden siyasi liderleden biri olmuştur.4 Ergun Özbudan-William Hale, Türkiye’de İslamcılık Demokrasi ve Liberalizm AKP Olayı, Doğan Kitap, Eylül 2010, İstanbul
- Türkiye 1970’li yılların ortalarından itibaren ağır siyasi, ekonomik ve sosyal bir dönem yaşadı.1977 seçimlerinin ardından çok partili zayıf koalisyon hükümetleri ve azınlık hükümetleri ile siyasi bir istikrarsızlık dönemine giren Türkiye’de iki büyük parti arasında Adalet Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi arasında diyalog tamamen kesilmişti. İki büyük parti arasındaki bu gerilim muhalefette bulunan CHP’nin AP milletvekillerinden 11’ini bakanlık rüşveti ile partiden ayırması ve ardından bu kişilere Bakanlık vererek iktidara gelmesi ile daha da arttı. Ocak 1978’de iktidara gelen CHP döneminde de siyasi ve ekonomik istikrarsızlık devam etti. Yine bununla beraber sosyal bunalımlar had safhaya çıktı. 5
- CHP Kocaeli milletvekili Nihat Erim ordu tarafından seçilmiş ve partiler üstü bir başbakan olacak şekilde başa geçmiştir. 1968 Olayları sırasında sağ ve sol gruplar çok sayıda eylem ve çatışmada bulunmuştur. ABD’nin filosunu protesto edenler arasından iki genç öldürülmüştür. 1960’da asılan üç sağ temsilcinin karşılığında bir rövanş hareketi olarak algılanabilecek şekilde, 6 Mayıs 1972 gününde Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edilmiştir. Deniz Gezmiş’in idamında rol alan Nihat Erim 1980 yılında Dev Sol örgütü tarafından, Deniz Gezmiş’in intikamını almak amacı ile öldürülmüştür.
- Açık İslami referanslara sahip olan Türk siyasal partisi, 28 Ocak 1970’te, Konya bağımsız milletvekili ve seçkin bir üniversite niteliğindeki İstanbul Teknik Üniversitesi’nde mühendislik profesorü olan Necmettin Erbakan’ın liderliğinde kurulan Milli Nizam Partisi’dir.4
- Kıbrıs sorunun ortaya çıkması Türkiye’nin 1945’ten itibaren izlemeye başladığı Batı yanlısı, tek yönlü ve ABD yanlısı dış politikanın da değişmesine ve daha kişilikli ve çok yönlü bir dış politikanın izlenmeye başlanmasına neden olmuştur. Buna rağmen Cumhuriyetin kurulması ile kabul edilen Batılılaşma hedefinden vazgeçilmedi, fakat Batı ile ilişkilerin milli çıkarlara zarar verebilme ihtimalinin de hesaba katılması gerektiğinin farkına varıldı ve dünyanın sadece “Batı”dan ibaret olmadığı anlaşılmış oldu. İçeride yaşanan iki ayrı askeri müdahale de dış siyasete yansımıştır. 1960-1970 Yılları arasında Sovyetler Birliği ve Ortadoğu ile ilişkiler geliştirilmeye başlanmıştır. Bu durum ise, tek yönlü Batı dış politikasının bırakıldığı ve “eksen kayması” yaşanan bir sürece işaret eder. 1965’de Adalet Partisi’nin iktidar olması ile İslam etkisi hem iç hem de dış politikada etkisini hissetirmeye başlamıştır.
1979 yılında Ecevit hükümetinin düşürülmesi ve ardından Süleyman Demirel’in azınlık hükümeti kurarak başbakanlık koltuğuna oturması ülkede günden güne artan gerginliği azaltmadı aksine daha da artırdı. 1980 yılının nisan ayından itibaren bir de cumhurbaşkanlığı krizi ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresinin dolmasının ardından Cumhurbaşkanlığı makamı boşaldı. Ancak mecliste bulunan partiler herhangi bir isim üzerinde uzlaşamadı. Darbenin yaşandığı Eylül ayına kadar 300’den fazla turun yapıldığı TBMM’de herhangi bir isim cumhurbaşkanlığı için yeterli oyu alamadı. Kısacası Türkiye Nisan ayından itibaren vekaleten yönetilen bir Cumhurbaşkanlığı makamına sahipti.6
Siyasi istikrarsızlığın bu denli yoğun yaşandığı 1977-1980 yılları arasında Türkiye sokaklarında sağ- sol çatışması gitgide artıyordu. Siyasi partilerin gençlik örgütlenmelerinin, sendikaların, illegal örgütlerin faal rol oynadığı çatışmalarda her gün sağ ve sol görüşlü onlarca insan hayatını kaybediyordu. Toplumsal bir çatışmanın yaşanmaya başladığı bu dönemde iktidarda bulunan partiler çatışmaların önüne geçemediler. Toplumun bölündüğü karşılıklı nefret duygularının kabardığı bu dört yıllık süre zarfında üniversiteler, lokaller, kahvehaneler, meydanlar sağ- sol çatışmaların merkeziydi. 1980 öncesi dönem ideolojik anlayışların ön planda olduğu işçi hareketlerinin sokaklara döküldüğü yıllardı. Buna karşılık sol ideolojinin karşısında bulunan muhafazakar partiler işçi hareketlerinin Türkiye’deki rejimi zayıflatmaya çalıştığını ve sosyalizmin inşası için Sovyet destekli bir hareket olduğu savındaydı. Bu iki anlayışın temsilcilerinin sokaklarda, üniversitelerde kanlı mücadelesi ile Türkiye birçok katliama, siyasi suikasta tanıklık etti. Can güvenliğinin kalmadığı bu yıllarda vatandaşlar sokağa çıkamaz hale geldi. Bu gelişmelerle Türkiye’de siyasal ve toplumsal gerilim gitgide arttı bu durum 12 Eylül’e kadar sürdü. 12 Eylül’e giden süreci başlatan olay 1 Mayıs 1977 yılında Taksim’de yaşanan katliam oldu. 7
1980-1990 Dönemi Türkiye Dış Politikası
1980-1990 dönemindeki dış politka 1950-1960 Menderes dönemine benzer biçimde çok aktif, fakat çok riskli ve ABD’ye ciddi ölçüde bağımlı olarak gerçekleşmiştir.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi gerçekleştirilmiştir.Bu darbe ile yasama,yürütme ve yargı tek bir elde toplanmıştır.Kenan Evren’in komuta kademesinde gerçekleştirdiği bu darbe de askerin o güne kadar olan kana son vermesi,aslında darbenin tek olumlu yönü olmuştur.
12 Eylül döneminde artan baskılar, insan hakları ihlalleri, demokratik ortamdan uzaklaşılması Türkiye’yi Avrupa’dan da uzaklaştırmıştır. Bu durum Türkiye’nin ABD’ye gittikçe yanaşmasına neden olmuştur. ABD ile ilişkiler, Turgut Özal’ın döneminde daha yoğun bir şekilde devam etmiştir.
1981’de Milli Güvenlik Konseyi yönetiminde tüm siyasi partilerle birlikte Milli Selamet Partisi de kapatılmıştır. Milli Güvenlik Konseyi tarafından Erbakan ve Milli Selamet Partisi lider kadrolarına 10 yıl süre için siyasi yasak getirmiştir. Bu yasağın temel nedeni, laiklik ilkesine aykırı davranmış olmalarıdır. Bu siyasi yasak nedeni ile yeni kurulan Refah Partisine katılmamışlardır. Ayrıca Milli Güvenlik Konseyi, Refah Partisi’nin 1983 seçimlerine katılmasına izin vermemiştir.
1980-1983 yılları arasına 12 Eylül dönemi olarak adlandırılmıştır.1961 Anayasası ve mevcut demokratik kurum ve kurallar bir tarafa bırakıldı. Bu dönemde dış politikayla ilgili tüm kararlar MGK tarafından alınmıştır.
1983 Seçimlerinde başbakanlık görevine gelen Turgut Özal 1990’a dek iktidarda kalmıştır. Başbakanlık sonrasında cumhurbaşkanlığı görevine gelen Turgut Özal, zaman zaman dışişleri bakanlarını bile devredışı bırakarak dış politika da bizzat söz sahibi olmuştur. Turgut Özal ile birlikte ABD ilişkileri ön plana çıkarılmıştır. Özal ile Türkiye ve ABD ilişkilerinin altın yılları olarak görülmüştür.
Özal döneminde, dünyadaki küreselleşme hareketlerinin de artması sonucu yabancı sermaye ve ekonomi de ön planda tutulmuştur.
1980 – 1990 döneminde Türk Dış Politikası’nı şekillendiren ana unsurlar güvenlik ve savunma konuları olmuştur. Bu dönemde 1960’ların ortasından itibaren bozulan Türk – Amerikan ilişkileri düzelmeye başlamış, Türkiye Avrupa Topluluğu’na üye olabilmek için çaba harcamıştır. 1979 yılında Afganistan’ı işgal eden Sovyetler Birliği ile olan ilişkiler de ivme kazanmış, artan ekonomik faaliyetler siyasete de yansımıştır. Bu dönemde Türkiye’nin Ortadoğu ile olan ilişkileri de oldukça artmıştır. Özellikle Suudi Arabistan ve Kuveyt başta olmak üzere Körfez ülkeleri ile ilişkiler hızla gelişmiştir. Buna karşın 1979 yılında İran’da meydana gelen devrim neticesinde bu ülkede İslami yönetim kurulması ve rejim ihracı politikası, Şahlık dönemine nazaran Türkiye’nin İran’a temkinli yaklaşmasına neden olmuştur. Ayrıca devrimin hemen akabinde Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’ın İran’a saldırması Kuzey Irak’ta güç boşluğunun doğmasına ve PKK’nın bölgede üstlenmesine olanak sağlamış ve bu durum Türkiye için güvenlik meselesi haline gelmiştir. Bunların yanı sıra Türkiye’nin en büyük projelerinden biri olan ve enerji üretmenin yanı sıra tamamlandığında Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde sulama sorununa büyük ölçüde çözüm getirecek Güneydoğu Anadolu Projesi, Suriye ve Irak’ın Fırat ve Dicle’den elde etiği su miktarının oldukça azalacağını düşünmesine neden olmuş ve bu durum Türkiye ile Suriye ve Irak’ı karşı karşıya getirmiştir.8
Bu dönemde din unsuru artık bir araç olarak kullanılmaya başlanmıştır. Avrupa’nın 12 Eylül döneminde işlenen insani suçlar ve insan hakları ihlali nedeni ile Türkiye’nin Avrupa Topluluğu üyeliği önünde de de bir sorun oluşturmuştur. Ancak bu dönemde bir önceki bölümde incelediğimiz İslam Kalkınma Örgütü ile ilişkiler geliştirilmiş ve Orta Doğu ülkeleri ile dostluk ilişkileri kurulmuştur.
1990-2002 Dönemi Türkiye Dış Politikası
1990’lı yıllara gelindiğinde, uluslararası sistemin kapsamlı bir değişime ve dönüşüme mâruz kalmakta olduğu ortaya çıkmıştı. Türkiye’nin tek yönelimli dış politikasının bu dönüşüme hazır olmadığı ortadaydı. Bir yanda, Türkiye Soğuk Savaş sonrasında Batı’yla Sovyetler Birliği arasındaki tampon bölge statüsünü ve bu statüden kaynaklanan jeo-stratejik önemini yitirmişti. Artık Türkiye’nin yeni bir jeo-politik yoruma ihtiyacı vardı. Bunun için de sâdece aktif bir diplomasi yürütmek yetmeyecek, bundan daha da önemlisi Türkiye’nin millî kimliğinin yeniden tanımlanması gerekecekti. Diğer yanda, yeni oluşmakta olan Soğuk Savaş sonrası maddî ve düşünsel bağlam Türk siyasetçilerini Balkanlar’da, Orta Doğu’da, Kafkasya’da ve Orta Asya’da tarihî ve kültürel sorumluluklarıyla hesaplaşmaya zorluyordu. Bu nedenle artık otoriter ve izolasyonist milliyetçiliği sürdürmek artık imkân dâhilinde değildi.9
1990 – 1999 dönemine damgasını vuran en önemli olaylardan biri Necmettin Erbakan yönetimindeki Refah Partisi’nin iktidara gelmesi olmuştur. 1980 darbesi ile Türkiye’de hızla artan muhafazakârlaşma ve siyasal İslam, 1995 seçimlerinden galip çıkan Refah Partisi ile en üst noktaya ulaşmıştır. ‘Şahsiyetli dış politika’ söylemiyle iktidara gelen Refah Partisi Lideri Necmettin Erbakan döneminde, Türk dış politikasında dini motiflerin ağır olarak yer aldığı bir döneme girilmiştir. Bu bağlamda Necmettin Erbakan, Müslüman devletlerle ilişkileri artırmak için yoğun çaba göstermiş Gelişmekte Olan 8 Devlet ( Devoloping – 8, D8) – İran, Malezya, Mısır, Pakistan, Nijerya, Endonezya, Bangladeş ve Türkiye – örgütünün kurulmasında öncü rol oynamıştır. Fakat özelde asker ve bürokrasinin genelde laik Kemalist sınıfın Türk dış politikasının ve dolayısıyla da Türkiye’nin İslamlaştığı düşüncesi bu kesimlerin hükümete karşı temkinli davranmasına ve netice itibariyle 28 Şubat sürecinin yaşanmasına neden olmuştur.10
Türkiye’de 1990’lar boyunca iktidara gelen siyasal partilerin aksine, 1996’da tek başına iktidara gelen Refah Partisi’nin en önemli özelliği dış politikada Batı, ABD ve İsrail karşıtı bir söyleme sahip olmasıdır. 11 Refah Partisi ile birlikte ” şahsiyetli dış politika” söylemi başlamıştır. Refah Partisi en büyük desteği ABD’den almıştır. ABD, Türkiye’deki ılımlı İslam hareketini desteklemiş ve bunu açıkça ortaya koymuştur
28 Şubat post-modern darbesi, her ne kadar ülkede İslam’ın yükselmesine ve laiklik tehdidi olmasından dolayı yapılmış olsa da, asker halkın desteğini alabilmek adına dini bir araç olarak kullanmak zorunda kalmıştır.
28 Şubat 1997 Sonrasında, ülkede İslam etkisinin azalacağı ve daha laik bir düzenin yeniden inşa edileceği düşüncesi vardı. Ancak bu süreç sonrasında 2002 seçimlerinde, tek başına iktidar Adalet ve Kalkınma Partisi olması aslında 28 Şubat sürecinde yıldızı parlayan Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık ve sonrasında cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması ile son bulmuştur.
SONUÇ
2002 yılında gerçekleştirilen erken seçim Türkiye’de, olağanüstü koşullar yaşanmadığı takdirde 2015 yılına kadar devam edecek olan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarını getirmiştir. AKP’nin Refah Partisi ile olan bağları, bu partiye şüphe ile bakılmasına ve Refah Partisi döneminde yaşananların tekrar yaşanacağı korkusunun duyulmasına neden olmuş, bununla birlikte AKP, Türkiye’yi hızla demokratikleştiren uygulamaları hayata geçirmiştir. Dış politikada da önemli stratejik hamleler yapan AKP, özellikle Ortadoğu ve Afrika devletleri ile olan ilişkiler hızla gelişmiştir. Bu dönemde “komşularla sıfır sorun” politikası çerçevesinde Türkiye, sınırdaş devletlerle üst düzey ilişkiler kurmuş özellikle Suriye ile entegrasyona giden bir süreç başlatmıştır. Fakat 2010 yılında Tunus’ta patlak veren Arap Baharı hareketi, Türkiye’nin dış politikasını da etkilemiş ve komşularla ardı ardına sorunlar yaşanmaya başlamıştır.
Atatürk ve Türkiye Dış Politikası
“Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislamizm yapmadık; belki “Yapıyoruz, yapacağız!” dedik. Düşmanlar da “Yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!” dediler. Panturanizm yapmadık, “Yaparız, yapıyoruz!” dedik, “Yapacağız!” dedik ve yine “Öldürelim!” dediler. Bütün dava bundan ibarettir. Bütün dünyaya korku ve telaş veren kavram bundan ibarettir. Biz böyle, yapmadığımız ve yapamadığımız kavramlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın sayısını ve üzerimize olan baskılarını artırmaktan ise doğal duruma, geçerli duruma dönelim; haddimizi bilelim. Biz yaşama ve bağımsızlık isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için yaşamımızı esirgemeden veririz!” (1921 – Atatürk’ün S.D. I, s. 195 -196)
“Yeni Türkiye’nin izleyeceği siyaset, belirsiz ve keyfî olamaz. Bizim siyasetimiz, kesinlikle milletin yetenek ve gereksinimiyle uyumlu olacaktır. Bizim için ne İslam birliği, ne Turanizm mantıkî bir siyaset yolu olamaz. Artık yeni Türkiye’nin devlet siyaseti, millî sınırları içinde, egemenliğine dayanarak bağımsız yaşamaktır. Hareket kuralımız budur!” (1923 – Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 7. 12. 1929)
“Dış siyasetimizde dürüstlük, memleketimizin güvenliğine ve gelişiminin korunmasına dikkat, hareket tarzımıza kılavuz olmaktadır. Esaslı düzenleme ve gelişim içinde bulunan bir memleketin, hem kendisinde hem çevresinde barış ve huzuru ciddi olarak arzu etmesinden daha kolay açıklanabilecek bir nitelik olamaz. Bu samimi arzudan esinlenen dış siyasetimizde memleketin dokunulmazlığını, güvenliğini, vatandaşların haklarını herhangi bir saldırıya karşı kendisi savunabilmek kudreti de, özellikle gözde tuttuğumuz noktadır. Kara ve deniz ve hava ordularımızı, bu memlekette barışı ve güvenliği dokunulmaz bulunduracak bir kuvvette tutmaya bunun için çok önem veriyoruz.” 1928 (Atatürk’ün S.D.I, s. 342-343)
Atatürk’ün dış politika ile alakalı baz sözleri ve fikirleri yukarıda yeniden yazılmıştır. Hangi fikir günümüz iktidarı ile paraleldir? Hiçbiri ne yazık ki iktidar partisinin politikaları arasında değildi. 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri ise bütün Türkiye için bir dönüm noktası oldu…
[divider]
Kaynak:
1 Hee Soo Lee, “II.Abdülhamid ve Doğu Asya’daki Pan-İslamist Siyaseti” (Çev:Pelin Fidanoğlu), Osmanlı Ansiklopedisi, Cilt 12, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s.363
2-3 Emre Kurt, Türk Dış Politikasında Artan Din Unsuru ,Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2013,s.22
5-6-7 Ömer Aymalı, 12 Eylül Darbesine Giden Süreçte Neler Yaşandı?, http://www.dunyabulteni.net/tarih-dosyasi/204563/12-eylul-askeri-darbesine-giden-surecte-neler-yasandi-,12 Eylül 2012 (Erişim tarihi: 2.12.2014)
9 Kösebalan Hasan, Türk Dış Politikası Milliyetçilik,İslam,Küreselleşme, Big Bang Yayınları, Ankara, Nisan 2014,s.232
10 Emre Kurt, Türk Dış Politikasında Artan Din Unsuru ,Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2013,s.27
11 Oran Baskın, Türk Dış Politikası Cilt 2: 1980-2001, İletişim Yayınları,İstanbul,2009, s. 304
* Osmanlı’dan İki Binli Yıllara Türkiye’nin Politik Tarihi:2009 s.500)