Ruhumuz dünyaya geldiği anda saf, temiz ve bütündü. Delik deşik edildi sonra… Ağladığımızda meme vermedi annelerimiz, büyüdükçe sorduğumuz sorular cevapsız kaldı. Anlayamadık bizden daha önemli işlerinin neden hiç bitmediğini. Yalnız kaldık, sevgisiz kaldık, eksik kaldık.
Değerli olduğumuzu hissedemedik bir türlü. Daha da büyüdükçe ‘Sen yapamazsın’lar, ‘Sus sen anlamazsın’lar, ‘Dur sen karışma’lar girdi hayatımıza. Yıllar içinde iyice inandık asla yapamayacağımıza, hiçbir şeyden anlamadığımıza ve en önemlisi sevgiye asla layık olamayacağımıza…
Ruhumuz delik deşik!
En büyük eksiklik değerlilik hissi ve sevgiydi saf, temiz ruhumuzda… ‘Tam’ olduğunu hissetmek için o boşluğu doldurduğunu sandığımız insanlara tutulduk, aslında ilişki değildi bizimki olsa olsa ticaretti belki. Çok seven, çok sevildi. Sevmeyen yoluna gönderildi. Başka düşler peşinde koşup yine aldandık, belki de bir türlü unutamadık geçmişi, bizi çok seven o güzel yürekli sevgiliyi. Ne arıyorduk peki? Neydi özlediğimiz? Değerli olduğumuzu, sevildiğimizi hissettiğimiz günlerdi tabi ki. Yoksa ne farkı olsun diğerlerinden. Elbette herkes gibiydi; yaralı, insan zaaflı ve eksik…
Herkes öylesine kör yaşıyor ki aslında yeryüzünde. El yordamıyla hayatı öğreniyoruz, es kaza aşık oluyor, nedenini anlayamadan hayatımızı birleştiriyoruz, çok geçmeden anlaşamadığımızı fark edip, önce kendimizi sonra karşımızdakini suçluyor, hayallerimizin solmasına izin veriyor koşuşturmaca içinde ömrümüzü tüketip yaşlanmayı seçiyoruz. Ömür bitiyor… Gözleri açılmadan çoğu zaman, aydınlığa kavuşuyor insan, bedenini yeryüzünde bırakıp ruhunu sonsuzluğa teslim ediyor. Oysa yaşam, insanın kendini keşfetmesi için kurgulanmış bir rüyadan başka bir şey değil. insanın kendini keşfetmesi, eksik yönlerini fark edip kaybettiklerini bulabilmesi, fazla ve kendine ait olmayan parçalarından arınabilmesi için kurgulanmış bir rüya… Peki insanın kendini keşfetmesini, eksikliklerini ya da fazlalıklarını fark etmesini sağlayacak olan şey bir ayna değil midir? İşte oyunun en zevkli tarafı… Bizi bize aynalayan binlerce insanla dolu çevremiz. İlişki kurduklarımızsa en önemlileri…
Sevgiyi ticaretten ayıran yegane duygu
Gerçek şu ki ilişkiler son günlerde bir tür Beslenme-Beslenme ritüeli. Arkadaşın çok çirkin ve eziktir mesela, onu seversin, çünkü onun yanında kendini daha güçlü ve daha güzel hissediyorsundur. Dostun sana övgüler yağdırır onu da seversin çünkü onunla konuştuğunda ne kadar değerli olduğunu hissediyorsundur. Sevgilin sürprizler yaparak sevildiğini hissetirir onu da seversin; hep yanında kalsın, senin olsun istersin (Hatta sevmesen, seninle olmasını istemesen bile hem pastam dursun hem karnım doysun hesabı sık sık ilgisini kendinde tutmak, vazgeçmesine engel olmak için bin türlü kafa karışıklığı yaşıyormuşcasına aklını bulandırırsın zavallının). Sonra arkadaşın, kardeşin, sevgilin her kimse sevdiğin çevresinde en ufak bir tehdit algıladığında türlü kaprisler yapıp türlü sitemlerle onu bunaltarak -sevgileri ve ilgileriyle seni enerjisel olarak besleyen bu kanalları kaybetmekten korktuğun için- kıskanırsın. İşte gerçek sevgiyi ticaretten ayıran yegane duygunun adıdır bu; Kıskançlık!
Bir insanı kıskanıyorsa diğeri, beslendiği kanalın elinden gitmesini istemediği içindir. O giderse içinde yaşadığı boşluğun, büsbütün kendini göstereceğini ve kişiye acı vereceğini bildiğindendir. Kendini sevgisiz, değersiz ve yenik hissetmek istemediğinden yani aslında tüm bunlarla yüzleşmekten, kendi sesini dinlemekten çekindiğindendir kıskanması. Bu yüzden sahip olduğu enerji kaynaklarını sahiplenir. Bu duygu kıskançlığı doğurur. Kıskançlık duygusu söylendiği gibi masumane bir sevgiden ileri gelmez tamamen şeytani bir duygudur. İnsanın kendiyle yüzleşmemesi, Tanrısallığını keşfetmemesi için geliştirilmiş negatif bir savunma mekanizması gibi.
Piramid ilişkiler…
Bu tip insanlar, pramit ilişkiler dediğimiz alt boyut birlikteliklerde kıskançlığı yüceltirler. Aslında bu, apaçık enerji vampirliğidir. Bir insanın ruhu ne kadar delik deşik edilmişse o kadar enerji kaçağı var demektir. Bu durumda insan, suni yamalarla o delikleri kapatma içgüdüsüyle hareket eder. Sevgi açlığına yama yapmak için pek çok kadının ya da erkeğin kalbini çalar. Değerli olduğunu hissedebilmek için, güç, para, kariyer, moda gibi konulara önem vererek güzel bir ayakkabı, spor bir araba, pahalı mekanlarda yenen pek de özel olmayan bir yemek ya da büyük bir şirkette hatırı sayılır bir mevki gibi etiketlerle ruhundaki boşluklara suni olarak yama yapar. Bu, insanın kendini uyuşturma yollarından biridir. Bir mekana girdiklerinde yanlarındaki hoş kadına dönen bakışlar kendilerini daha iyi hissetmelerini, giydikleri pahalı kıyafetler daha önemli olduklarına inanmalarını, spor bir otomobile sahip olmaları daha değerli hissetmelerini sağlar. Bu geçici tatmin duygusu tıpkı bir uyuşturucu madde gibi insanı bağımlı hale getirir. Kendini gerçekleştiremeyen insanların işkolik, sekskolik, alkolik olmaları bu sebeptendir. Tüm insanlar derinlerde gerçeklerin farkındadır fakat kendiyle yüzleşmekten çekinen, iç sesine kulaklarını tıkayan insan, geçici tatminlerle anlık mutluluklar peşinde koşarken ruhunu her gün daha çok kirletir. Beden kirlendiğinde nasıl kötü kokarsa, kirlenmiş bir ruh da o denli kötü kokar. Bu kötü kokuyu ya kan emici sinekler ya da leş kargaları sever. Bu yüzden kıblelerini kalpleri yapmadıkları sürece, gerçek aşka da sevgi dolu bir birlikteliğe de asla sahip olamazlar.
Aşk ve Kıskançlık
‘Kaçan kovalanır’ mantığının hüküm sürdüğü bu tip pramit ilişkilerde derin bir sevgi bağı kurulamadığı için, karşıdaki kişinin ilgisi sağlandığı an amaca ulaşılmıştır. Amaç; karşıdaki kişinin onu düşünmesi, merak etmesi, kıskanması, mümkünse ağlaması sağlanarak ondan enerji çalmaktır. Enerji kanalı kurulduğu ve o kanaldan beslenmeye başladığı anda içgüdüsel olarak kişi yeni arayışlara girer ve enerji çalmaya devam eder. Şimdi anlayabiliriz belki, eski sevgililerin neden tam da unuttuk dediğimiz anda pat diye ortaya çıkıverdiğini. Onca yıl ardından ağlarken, sevsin diye duayı duaya eklerken yüzümüze bile bakmayan insanlar, tam da unutup yeni bir aşka yelken açtığımız sıralar nasıl oluyor da birden ortaya çıkıp, bizi hatırlayıveriyorlar?
Nedeni çok basit; beslendiği kanaldan enerji akışının kesildiğini fark ediyor, akışı yeniden sağlayabilmek için panikle çabalıyorlar. Ruhundaki delikleri kapatmadığı için asla tam anlamıyla hayat enerjisine sahip olamayacaklarını bilenler, enerji vampirliği ile haksız beslenme kanalları yaratıp asalaklığa alışırlar sonra bu kanalları korumak için çabalar ve bu defa da enerji dilencilerine dönüşürler.
Gerçek aşk!
Peki, ya kendini duyanlar, ruhunu dinlemeye başlayanlar? Yola çıkan derviş ruhlular?
Uykudan uyanan, yüzünü kalbinin ışığıyla yıkayanlar?
İşte onlar, pramit ilişkilerin ‘kaçan kovalanır’ zihniyetinden de kıskançlık gibi şeytani hislerden de arınanlardır. Onlar bilir ki insanlar, zorlama ya da sınır koymayla birbilerinin kalplerine köprüler inşa edemezler. Sevgi ve emekle İişa ettikleri köprülere ise güvenleri tamdır. Gönülden gönüle akan bir sevgi nehrinden daha güçlü hiçbir şey olmadığını bildikleri için kıskançlık gibi duygularla ruhlarını kirletmezler. Bilirler ki; aşk, karşısındakinin gözlerinde kendilerini görüp gözlerinin kamaşmasıdır. Bu yüzden aşk peşinde koşmak yerine kendi ışıklarını yükseltmeye, kalplerini her tür negatif duygudan arındırmaya çalışırlar. Sonuçta Aşk, kendimize duyduğumuz sevgiyi karşımızdakine yansıtmak, Tanrı’nın yarattığı ile, yeryüzünde Tanrı olmaktır.