Kanlı soykırımın en önemli stratejisi ise sistematik hale gelen tecavüzlerdi. Boşnak ailelerin yapısını ve inançlarını bilen Sırpların en tehlikeli silahı tecavüz ve kişiliksizleştirmeydi.
Savaş süresince yaşları on bir ila altmış arasında değişen binlerce Boşnak kadın tecavüze uğradı. Tecavüzler sonucunda aile kurumu çökertildi, istenmeyen çocukların dramı yıllardır kanamaya devam etti.
Affedilmeyen
Bosna-Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegovic’in “Savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip, affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın, ama soykırımı unutmayın. Çünkü; unutulan soykırım tekrarlanır!” sözünden hareketle, yirminci yüz yılın sonlarında gerçekleştirilen soykırımların tekrarlanmaması için 1995 unutturulmaması gereken bir tarihtir. Ratko Miladiç’e bağlı Sırp birlikleri yirmi yıl önce 11 Temmuz 1995’te, BM’nin (Birleşmiş Milletler) güvenli bölge ilan ettiği Srebrenitsa’yı işgal etti. BM bünyesinde yer alan Hollandalı askerler ise kendilerine sığınan Boşnak sivilleri Sırp milislere teslim ederek, yapılan katliamın suç ortağı oldu. Sekiz bin Boşnak, otobüs ve kamyonlara bindirilerek infaz edilmek üzere götürüldü.
Ayrışmanın Bilançosu
1992-95 yılları arasında sistematik olarak yürütülen büyük çaplı bir etnik temizliğe maruz kalan Bosna’nın doğu yakasında, tüm dünyanın gözleri önünde, Sırp kuvvetleri Boşnaklara karşı her türlü savaş suçunu işledi: Sırp saldırılarından kaçan binlerce Boşnak, BM tarafından güvenli bölge ilan edilen ve 400 Hollandalı barış gücü askeri tarafından korunan Srebrenitsa’ya sığındı. Sığınmacılardan yaklaşık 25.000’i, barış gücü askerlerince Srebrenitsa’ya birkaç kilometre mesafedeki Potaçari’de bulunan bir akü fabrikasına yerleştirildi. Fabrikadaki savunmasız binlerce Boşnak, Hollandalı askerlerce 11 Temmuz 1995’te Ratko Miladiç (Sırp Kasabı) komutasındaki Sırp askerlerine teslim edildi. Askerler 12 yaş üstü tüm erkekleri bir yana, kadınları da diğer yana ayırdılar. Kadınlara tecavüz edildi, erkekler ise kamyon ve otobüslere doldurularak ölüme götürüldü. Srebrenitsa’daki kıyımdan Tuzla’ya kaçmaya çalışan 12.000’i aşkın Boşnak, dağlık güzergâh üzerinde pusu kuran keskin nişancı Sırp askerleri tarafından âdeta tek tek avlandı. Dağlardaki bu zorlu kaçış yolundan yaklaşık 3.000 kişi sağ olarak Tuzla’ya ulaşabildi. Srebrenitsa’dan Tuzla’ya uzanan yolda 10 gün içerisinde 10.000’den fazla kişi katledildi. Srebrenitsa’da yaşanan bu katliam Avrupa’da hukuksal olarak belgelenen ilk soykırım olarak tarihe geçti. Bosna’da üç buçuk yıl devam eden savaşta 312.000 kişi hayatını kaybetti, 2 milyon kişi evini terk etmek zorunda kaldı. 27.734 kişi resmî kayıtlara kayıp olarak geçti. 1995 yılından bu yana ülke genelinde 500’den fazla toplu, 5.000’in üzerinde müstakil mezar bulundu. Kimlikleri tespit edilen kurbanlar, her yıl 11 Temmuz günü düzenlenen törenle anılıyor.
SistematikTecavüz
Kanlı soykırımın en önemli stratejisi ise sistematik hale gelen tecavüzlerdi. Boşnak ailelerin yapısını ve inançlarını bilen Sırpların en tehlikeli silahı tecavüz ve kişiliksizleştirmeydi. Savaş süresince yaşları on bir ila altmış arasında değişen binlerce Boşnak kadın tecavüze uğradı. Tecavüzler sonucunda aile kurumu çökertildi, istenmeyen çocukların dramı yıllardır kanamaya devam etti.
“Tecavüze Uğramış Savaş Mağduru Kadınlar Derneğinin” başkanlığını yürüten Bakira Haseçiç, 1992 yılının mart ayında kendi evine gelen Çetniklerin gözünün önünde liseye giden kızına tecavüz ettiklerini ve onu başından yaraladıklarını ifade ederek, bu travmayı atlatamadan ertesi gün kendisinin de emniyet müdürlüğüne götürüldüğünü ve burada defalarca tecavüze uğradığını, en acısının ise kendisine tecavüz edenler arasında daha önce ailece görüştükleri bir Sırp arkadaşının bulunması olduğunu söylerken, yaşadığı bu acı olayların ardından kendisi gibi tecavüze uğramış kadınlarla birlikte haklarını savunmak ve tecavüzcülerini adalete teslim etmek amacıyla 2003 yılında Tecavüze Uğramış Savaş Mağduru Kadınlar Derneğini kurduklarını dünyaya duyurması tecavüzün boyutlarını ve kamuoyu dayanışmasını örgütlemesi açısından önemlidir.
Lahey’deki uluslararası mahkemenin yanı sıra Bosna Hersek’teki savaş suçlularıyla ilgilenen mahkemelerin tanıklıklarına büyük önem verdiği Tecavüze Uğramış Savaş Mağduru Kadınlar Derneğinin girişimleriyle çok sayıda savaş suçlusu da yakalandı. Bakira Haseçiç, “Vişegrad, Brçko, Foça ve Bosna’nın diğer şehirlerinde bu akıl almaz suçları işleyen adamlar şu anda polis memuru, fabrika işçisi ve öğretmen olarak çalışıyor. Yüzlerimize gülüyorlar. Bu insanlar bu kadar rahat davanırken, kimse bizim bir tarafa çekilmemizi ve suskun kalmamızı beklemesin. Biz sadece Boşnakların değil bizimle aynı kaderi paylaşan Sırp ve Hırvat kadınların da haklarını aramak için mücadele ediyoruz. Çünkü özellikle Boşnaklarla evli Sırp ve Hırvat kadınlar da tecavüze maruz kaldı.” Boşnak kadını tecavüzcüsüyle yüzleşmek zorundadır!
Emperyalizmin Hegemonya Yarışı
Balkanlar’da uluslaşma devresine giren halklar arasındaki sorunların temeli Osmanlı Devleti zamanında başladı dersek yanılmayacağız. Osmanlı döneminde Balkan haklarının yerleri değiştirilip, bir bölümü de Müslümanlaştırılmıştır. Osmanlı asıl olarak Müslümanlaştırmış olduğu Boşnakları ve Arnavutları kollarken, bölgedeki egemenliğini esasen onlara dayandırdı. Sırplar ise Kosova’dan sürülmüş ve yerlerine Arnavutlar yerleştirilmiştir. Böylece halklar arasında ilk düşmanlık, Osmanlı egemenliği döneminde ekildi. 1912 yılına başlayan Balkan savaşı, emperyalistler için Birinci Dünya Savaşı öncesi bir prova oldu. Bu savaşta Balkan halkları yine birbirine düşürülüp, yüz binlerce ölüm yaşandı. Birinci Dünya Savaşının ardından sınırlar emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda yeniden çizilir ve iç içe yaşayan halkların yapay olarak bölünmesi sorunu iyice derinleştirilir.
İkinci Dünya Savaşında Hitler faşizminin yıkıcılığı Balkanlar’da bölünen halkları yakınlaştırdı. Faşizmin yenilgisi ve Sovyetler Birliği’nin etkisi altında kalan halklar, Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti devletini kurarak; halklara kendi kaderlerini tayin haklarını tanıyan, her ulusal grubun kendi dilinde eğitim yapmasına, kültürünü geliştirmesine, kendi basınına, radyo ve televizyonuna sahip olmasına olanak tanıyan, üst düzey devlet görevlerini federasyonu oluşturan farklı ulusların temsilcilerinin dönüşümlü olarak yürütmelerini öngören bir anayasa oluşturuldu. Dayanışmanın ve demokrasinin tek düşmanı olan bürokratik diktatörlük tek hakim olma durumuna geçtiğinde anayasa salt bir kitapçık haline geldi. Yugoslavya’nın varlığını devam ettirdiği 1945-1992 yılları arasında halklar bir arada yaşasa da sorunlar yok olmamış, bastırılmakla yetinilmişti.
Hegemonya yarışı, Balkan halkları üzerinde kurulan denklemi çözümsüz bir hale getirdi. Proletarya diktatörlüğüne dayalı bir yönetim şekli olduğunu iddia eden Yugoslavya, aslında tamamen despotik ve bürokratik yapı taşlarına sahipti. Yugoslavya’nın çözülmesi ile birlikte, çağımızın Batılı emperyalist devletlerinin hegemonya mücadelesi bu ülkenin halklarının katliama uğramasının nedenidir. Yugoslavya çözülme sürecindeyken Alman emperyalizmi Hırvatistan ve Slovenya’yı kendi nüfuz alanı haline getirmek üzere hamlesini yaptı; dağılma sürecinde ilk bağımsızlığını ilan eden halklarda bunlar oldu. Hırvatistan ve Slovenya, Almanya’nın nüfuz alanı olarak şekillenince, dünya jandarmalığını kimseye kaptırmak istemeyen ABD emperyalizmi sürece Bosna-Hersek üzerinden katıldı, bölünmeyi ve savaşı sürdürerek bir taraftan Almanya’nın etkisini kırmaya çalıştı, diğer taraftan da süreci kendi lehine değiştirmeyi başardı. Soğuk savaşın sona ermesiyle misyonunu yitiren NATO, bu çözülme sürecinde etkisini kazanırken, BM Barış Gücü işlevini büyük oranda yitirdi.
Batı’nın liberal politikaları krizlerden çıkamadığında emperyal rekabet artmaktadır. Emperyalizmin kullandığı ulusal, etnik, dinsel farklılıklar yeryüzünde büyük kaos oluşturmaktadır.
Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Afrika kapitalizmin vazgeçmediği ve gücünü göstermekten sakınmadığı değişmez sahne olmaya devam etmektedir. Yaratılan yapay devrimler, yani Arap Baharı’nın geldiği noktada IŞİD gibi bir kabusun, hegemonya yarışlarından doğduğunu tahmin edebiliyoruz. Günümüz dünyasında ABD güya Kosova’nın bağımsızlığını tanıyıp, savunurken; Ortadoğu’da Sünni diktatörlükleri desteklemeye, halkları ayrıştırmaya devam etmektedir. Çin, Sırbistan’ı dünya kamuoyunda sahiplenirken Uygur Türklerine her baskıyı uygulamakta sakınca görmüyor. Son genel seçimlerin ardından Türkiye, çözüm sürecini unutmuş görünüp, milliyetçi ve işgalci maceraların peşinden gitme hayalleri kurmaktadır. Üstelik emperyalist açlığını Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya her yere el atmaya çalışarak göstermekte; tüm bunları yaparken de gerçek niyetlerini insancıl kılıflara bürümeyi ihmal etmemektedir. On yıllardır sistemli bir asimilasyona uğrayan Kürt halkı, mecliste siyaset yapmasına rağmen aşırı sağ siyasetçiler tarafından teröristlikle suçlanmaya devam edilmektedir.