Hoş Geçtin Ramazan

Bir süre önceydi; çok değil, otuz yıl kadar önce! Hava sıcaktı, ramazandı, mevsim yazdı…

hoş geçtin ramazan

Yani diyorum ki aynen damdan düşer gibi, ben henüz çocuktum, bir süre önceydi; çok değil, otuz yıl kadar önce! Hava sıcaktı, ramazandı, mevsim yazdı. Biz beklemezdik ama, yaz da aynen öyle gelirdi, damdan düşer gibi! Şahsen kendisinden anlamazdık geldiğini, ne bir haber, ne bir telefon! Telefon dediysem cep olanından değil tabi, malum otuz yıl!

Daha çok mahalle bakkalımıza gelip gitmelere başlayan dondurma kamyonları anlatırdı, hissettirirdi yazın geldiğini; keza gazoz kasalarının bakkalın önündeki yerini alması; hiç bilimsel yani, bu kadar basit! Koca bir mevsim bir kamyon kasasında sevkiyatta, geliyor gidiyor, geliyor gidiyor; mesela…


Yazdı ve ramazandı. Bizim sokaktan birkaç sokak aşağıya, birkaç sokak aşağıdan, yukarıdan bizim sokağa, bir koşturmaca giderdi o sıcakta, dilimiz damağımız kururdu; bazen su içer bazen içmezdik, çocuktuk işte; biraz oruç tutar biraz tutmazdık, aslında her şeyi biraz yapar, biraz yapmazdık. Sallanarak büyütülmüşlüğün olumsuz etkisi olsa gerek, pek sallamazdık dünyayı.

Bir maç yapardık sorma gitsin; plastikten! Yani düşün; tam son süratle kaleye koşuyorsun, o arada ayağından terliğin biri de fırlayıp ısırganların arasına sızıyor; terlik dedim tabi, evet! Yani fiziken terlik olmasına rağmen düşüncede krampon aslında (!) Neyse… O koşunun süratiyle sen, bir yandan terliği nasıl geri alacağını düşünüyorsun; azimle koşmaya devam ederken, tam da kaleye yaklaşırken, yetmiyor üstüne bir de rüzgâr çıkmaz mı?! Top aniden, irade dışı bir hareketle başka tarafa yöneliyor; çok afedersin sen armut gibi kaleye devam ediyorsun, kale boş olsa ne yazar… Futbol topunun bir ağırlığı vardı (!) kabul, uçmazdı elbet, ama her ortama girmezdi kendileri; lükstü yahu! Bir de maçın en can alıcı yerinde top patlamaz mı?! Çok sinir bozucu! Bu arada, patlayan top hiçbir zaman çöpe gitmezdi, yeni bir hayata başlardı hemen; mesela şapka! Sen hayatını tekmelenerek geçir, sonra bir anda baş üstüne terfi! Şanssızlığın şansa dönüşümü; topun dili olsa…


Hey gidi; o yokuşlar, o parklar, o alabildiğine çimen, çiçek dolu boş alanlar, konuşun! Neredesiniz? Bu koca şehir nereye sakladı sizi? Ses verin!

İftardan sonraki bakkal ziyaretleri keyifliydi, mevsimin ilk dondurmasının tatlı, saf heyecanı; çok mutluluk, safi mutluluk, azıcıkla mutluluk, dolu dolu, anlamlı mutluluk! Sonra hızla büyümek, büyümek…

Evet, büyüdüm mesela; mi acaba? Öyle sandım, sandırıldım, herkes gibi kandırıldım. Tam üstündeydik zamanın; çok değil, otuz yıl kadar sonra! O yokuş çok uzakta, koşturduğumuz arsalar nerede, yeşil grinin kaç ton nesiydi sahi?! Yaz da aynı, kış da; hiç bilimsellikten bilimselliğinin doruğuna çıkmış olsak da!


Yani aslında diyorum ki; önüm arkam sağım solum sobe, saklanmayan ebe! Biraz da portakalın baş ucumdaki gereksiz rahatsızlığı, belki migrenimin sebebi. Özlem, masum yalanların hain planlara mutasyonu; dedenin suçu neydi? Otuz yıl sonra yine elim sende; bende fazlasıyla vardı otuz yıl önce. Yani ben ebeydim ve aslında sadece elliye kadar saydım; sonra gözlerimi bir açtım hâlâ ramazandı, mevsim de yazdı, bu hikâyeyi de aslında ben değil ramazan yazdı.


 

Cihan Yılmaz
İstanbul’da yaşar, İstanbul’u da ülkenin bütününü de çok sever. Ne güzel topraklardır bu topraklar; ne güzeldir bu topraklarda düşünmek, yazmak, çizmek, yaşamak; güzeldir elbet…