Türkler nasıl Müslüman oldu?

Türklerin hiçbir zorlama olmaksızın, güle oynaya İslam dinine girdikleri tezi; diğeri ise tamamen kılıç zoruyla Müslüman oldukları iddiası… Türkler nasıl Müslüman oldu?

Buhara musluman

Konunun hassasiyeti açısından “Hadi canım! Bu kadar da olur mu?” diyeceğinizi tahmin ettiğim noktalarda kaynak göstermeye ve hatta alıntıları, Arap tarihçilerine “tarihçilerimiz” diyecek kadar hayranlık duyan İslam tarihi uzmanı Prof. Zekeriya Kitapçı’dan yapmaya özen gösterdim.

buhara
Buhara’dan bir görünüm (soldan sağa): Mir-i Arab Medrese, Kalyan Minaresi, Khan Camii

7. Yüzyılda Arapların Sosyoekonomik Durumu

Arap kavimleri, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra ortaya çıkan otorite boşluğundan yararlanarak Medine’ye zekat göndermeyi reddederler ve bundan böyle kendi içlerinden çıkacak peygamberlere itaat edeceklerini ilan ederler. Bu durumun Arap Yarımadası’nda iç çatışmalara yol açması üzerine Halife Ebubekir, Arap kavimlerini tek bayrak altında toplamak, yeni arayışlara imkan bırakmamak, yeni topraklar elde ederek zengin ganimetlere kavuşmak, ekonomik sıkıntıları aşmak ve çölde zor şartlarda yaşayan Arapların enerjilerini dışarıya yönlendirmek amacıyla kuzeye doğru yayılma seferleri başlatır. Bu seferlerde kazanılan ganimetlerin (köleler, cariyeler, mallar, araziler) 4/5’inin askerlere, 1/5’inin devlete olacak şekilde pay edilmesinin getirdiği zenginleşme, savaşan askerlerin hayat seviyelerinin kısa zamanda yükselmesine yol açar.


Alman iktisatçı Ruhland, Arap ordularının ele geçirdiği ganimetlerin akıllara durgunluk verecek ölçülere ulaştığını yazar. Örneğin; Arapların Sasanilere karşı kazandığı Kadisiye zaferi sonucunda elde ettiği 900 milyon Franklık ganimetten her mücahide 12 bin Franklık bir pay düşmüştür ki bu, o devrin en zengin Mekkeli tüccarının gelirini bile aşmaktadır. Bunu duyan Araplar cephelerde savaşmak için Medine’ye akın etmeye başlarlar.(1) Arap askerlerinin bu durumu, bir zamanlar Anadolu’dan kalkarak aynı sosyoekonomik nedenlerle çalışmak için Almanya’ya giden Türk köylüsü ve onun sosyal hayatında meydana gelen baş döndürücü değişiklikleri andırır.

7. Yüzyılda Türklerin Sosyoekonomik Durumu

Türklerin yoğun olarak yaşadığı ve Arapların Maveraünnehir (Nehrin ötesi) olarak isimlendirdiği, bugünkü Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve İran’a kadar uzanan bölge İpek ve Baharat yolları üzerinde olması nedeniyle ilk çağlardan beri din, kültür, zenginlik ve medeniyetin uğrak yeri olmuştur. Özellikle, adı zengin şehir manasına gelen Semerkant’ın zenginliğinin dillere destan olduğu söylenir. Türkler hayat şartları gereği şehircilikten uzak, çadırda yaşamaya alışkın, basit, göçebe bir hayat sürdüklerinden din ve mezhep konularına ilgi duymamış, Gök Tanrı dini Tengricilik’in yanı sıra pek çok dini benimsedikleri halde kendi milli geleneklerine bağlı kalmışlardır. İslamiyet öncesi incelendiğinde, Türkler arasında hiçbir zaman din ve mezhep kavgaları da görülmemiştir. Türk nüfusunun yoğun olduğu bu bölge dünyanın en medeni ülkelerinden biri ve dini manada mozaikler ülkesidir.

ipek yolu

Emeviler Döneminde Türk – Arap İlişkileri

Bu zenginlikten iştahı kabaran talancı Araplar 673 yılında Buhara’yı kuşatırlar. Kibac Hatun diğer Türk beyliklerinden yardım isterse de bu yardım gelmez ve Araplar Buhara’yı talan ederler. Birkaç yıl sonra Araplar tekrar Buhara önlerine geldiklerinde dersini almış olan Kibac Hatun bu kez Araplara kafa tutmaz ve onlarla anlaşma yoluna gider. Arapların diğer Türk beyliklerine yapacağı saldırılarda önüne çıkmayacağına dair güvence ve bu güvencenin teminatı olarak da Türk asilzadelerinden rehineler verir. Güvenceyi alan Araplar bu kez Semerkant’a saldırırlar. Semerkant’ı talan ederler ve topladığı binlerce Türk gencini köle pazarlarında satmak için Horasan’a getirirler. Bu talanlardan her Arap 2400 dirhem alır. Bir kölenin satış fiyatının 500 dirhem olduğu düşünülürse, bu durumda aldıkları ganimetin adam başına 5 köleye eşdeğer olduğu görülür.(2)

Zekeriya Kitapçı “Türkistan’da İslamiyet ve Türkler” adlı eserinde; Halid Bin Velid’in İranlı komutan Hürmüz’e yazdığı mektupta; “İslam dinine giriniz. Emniyet içinde yaşamanıza devam edersiniz. Eğer İslam dinine girmezseniz, o zaman bizim hakimiyetimizi kabul ediniz. Zimmi (anlaşma ile İslam diyarında yaşamasına izin verilmiş olan kimse) olun, biz de sizi koruyalım. O zaman bize cizye (Müslüman olmayanlardan alınan kelle vergisi) vermeniz gerekir. Yok bunu da kabul etmezseniz, yapacak bir şey yoktur, hükmü Allah verecektir” dediğini yazar.(3) Velid İslam hukukunu da, “harbin meşruiyet kazanması için düşmanın önce Allah’a imana ve İslam dinini kabule, bu olmadığı takdirde vergi ödemeye çağrılması gerekmektedir. Aksi halde sorunun çözümü kılıçlara havale edilir” diyerek özetler.(4) Böylece Araplar, talanı Kuran’a dayandırarak işi kılıfına da uydururlar. 680 yılına kadar Türk beyliklerine saldırılar bu şekilde sürer gider.

705 yılına gelindiğinde Kuteybe Horasan’a vali olarak atanır ve askerlerine,“Allah kendi dininin aziz olması için size bu toprakları helal kıldı” der.(5) Helale hücum başlar, Baykent kuşatılır. İki ay süren savaş sonrası şehir teslim alınır. Eli silah tutan ne kadar Türk varsa hepsi öldürülür. Kadınlar ve çocuklar esir alınır. Şehir yağmalanır. Budist inancını simgeleyen bütün heykeller toplanır, altın olanlar eritilerek ganimet olarak alınır. Yağmadan sonra Arap aileleri Baykent’e yerleştirilir. Muhafız birlikleri ve tüm denetim organları Araplardan oluşturulur. Daha sonra esir edilen kadın ve çocuklar, kocalarına ve babalarına geri satılır.

Kuteybe, 4 yıl sonra bu kez Buhara’yı işgal eder. Araplardan oluşan yeni bir idari yapı kurar. Diğer beyliklerden tepkiler gelmeye başlayınca Müslümanlığa geçen ve oğluna da Kuteybe ismini vererek bağlılığını kanıtlayan Buhara Melikesi’nin oğlu Tuğ Sad kukla hükümdar yapılır. Kuteybe yerli halkı İslamlaştırmaya başlar. Halk önceleri Müslüman olmuş gibi görünse de bu dini kabul etmek istemez. Türklerin aslında Müslüman olmadıklarını, evlerinde İslami kuralları uygulamadıklarını anlayan Kuteybe şehirlere 50 bin Arap aile yerleştirir. Türkler evlerini Araplarla paylaşmak zorunda bırakılır ve bu şekilde birebir kontrol altına alınırlar. İslami kurallara uymayanlar ağır şekilde cezalandırılır. Evlere yerleştirilen Araplar Türklerin o zamana kadar yaptıkları bütün birikimlerine el koyar, tarlalarını alır ve Türkleri o tarlalarda çalıştırırlar. Yeni vergiler çıkarılır. Yerli halk, halifeye senede 200 bin dirhem, Horasan Valisi’ne de 10 bin dirhem vergi ödemeye, Arap askerlerinin atlarına yem temin etmeye, Arap ailelerine odun temin etmeye, onlara tahsis edilen arazilerde çalışmaya zorlanır.(6)

Cuma namazı zorunlu hale getirilir ama yine de Türklerden rağbet görmez. Bunun üzerine Kuteybe, namaza gelenlere 2 dirhem vaad ederek fakirler üzerinde İslam’ı etkili kılmaya çalışır. Bu uygulama fakirlerin taklidi bir şekilde bile olsa İslam dinine girmelerine ve camilere akın akın koşmalarına sebep olur. Bu algı operasyonu İslamiyet’in toplumda kabul gördüğü düşüncesini yerleştirir.(7) Buhara’nın ekonomik gücünü elinde tutan Türk asıllı Kuşan asilzadelerinin ise bu nevi zorlamalara itibar etmemeleri Arapları tahrik eder ve bir Cuma namazı sonrası Araplar bunların yaşadıkları mahalleye giderek 700 köşkü yakıp yıkar ve tüm servetlerine el koyarlar. Özetle; fakirlerin parayla, zenginlerin de baskı ve şiddetle ikna edilmesi yoluna gidilmiştir.(8)

Buhara’da olanlardan korkan diğer Türk beylikleri Kuteybe ile anlaşma yolu ararlar. Burada, Orta Asya ticaretini elinde bulunduran ve adeta bu işin kaymağını yiyen tüccar kavim Sogdlulardan bahsetmemek olmaz. Daima kaderlerine razı olarak yaşayan, küçük çıkarları için olanlara gözlerini yuman, ancak ticari varlıkları tehlikeye düştüğü zaman harekete geçen bu kavim için ticaret yollarının emniyeti çok önemlidir. Bu kavim sırf maddi çıkarları için Türklere karşı Araplarla birleşir. Hatta; Emevilerin bölgedeki yayılmacı hareketlerinin finansmanını bile üstlenir.(9) Bir süre sonra hata yaptığını fark eden Sogd Meliki direniş için bu kez ihanet ettiği beylikleri örgütlemeye çalışır. Bu planları öğrenen Kuteybe Talkan şehrine yürür. Zoru gören Talkan Meliki şehri terk eder, savunmasız kalan halk kılıçtan geçirilir ve 24 km’lik yol boyunca ağaçlara asılır. Adeta, Talkan yolu korkunç bir orman görünümü almıştır.(10) Bunun askeri etik açıdan hiçbir izahı yoktur.

Nitekim, Alman teolog Wellhausen Kuteybe için “Başarılarını çoğu kez vicdansızlığına borçluydu” demiştir.(11) Taberi’nin anlatımına göre bu vicdansızlık şu aşamada: “Bir defasında Abdurrahman Bin Müslim, Kuteybe’ye 4000 esirle gelmişti. Kuteybe, Türk esirlerini görünce hemen tahtının meydana kurulmasını istedi. Tahtının üzerine mağrur bir eda ile oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinin bin tanesinin sağına, bin tanesinin soluna, bin tanesinin arkasına ve bin tanesinin de önüne dizilmesini istemiş ve sonra da Arap askerlerine dönerek Türklerin kafalarının koparılmasını emretmiştir.

Etrafın bir anda kafa, kol ve gövdeler ile kan gölüne döndüğünden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.” Bu harplerde öldürülen Türklerin haddi hesabı yoktu. Nitekim bu vahşeti bir Arap şairi olan Kaah el-Aşkari ise şöyle anlatmıştır: “Kazah ve Facfac önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız. Herkesi kılıçtan geçirdiniz. Sadece ata dahi binemeyecek yaşta küçük çocuklar kaldı. Binenler de o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler.”(12) Talkan katliamı o zamana kadar yapılanların en büyüğüdür. Taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakılmamıştır adeta.

712’ye gelindiğinde bu kez Doğu’nun en zengin kenti Semerkant kuşatılır. Talan ve katliamdan korkan Semerkant Meliki Oğuz Bey Kuteybe ile hemen anlaşır. Bu anlaşma şu maddeleri içerir:


1. Semerkant Araplara her yıl 2.200.000 altın ödeyecek

2. 30.000 Türk gencini esir olarak verecek

3. Şehirde eli silah tutan kimse dolaşmayacak

4. Tapınak ve putlardaki tüm mücevherler Kuteybe’ye teslim edilecek

5. Şehirde bir cami yapılacak

Kuteybe, sadece Budist tapınaklarındaki mücevherleri almakla kalmaz, putları da toplatarak meydanda ateşe verir. Türklerin kendi elleriyle cami yapmalarının ve tapınaktaki mücevherleri Kuteybe’ye teslim etmelerinin büyük bir psikolojik etkisi olur. Sıkı bir Budist olan Oğuz Bey halkının nazarında tüm otoritesini kaybettiği gibi, her şeyini onlara adayan ve onlardan bekleyen halk putların hiçbir şey ifade etmediklerini, hiçbir şeye muktedir olmadıklarını kendi gözleri ile görür.

716 da Kuteybe’nin ölümü üzerine Yezid Horasan’a vali olarak atanır. İlk iş olarak Dehistan’ı işgal eder, sonra Curcan’a yönelir. 7 ay süren savaştan sonra kale düşer, Yezid de selefi Kuteybe gibi Türkleri öldürerek yol boyu ağaçlara astırır. Sadece Curcan’da 40 bin kişinin öldürüldüğü söylenir.(13)

Bu büyük vahşetlere karşı Türk direnişi başlar. Batı Göktürk boylarını egemenliğinde birleştiren Türgiş Kağan’ı Su-lu Araplara karşı direnişi örgütler. Buhara’yı geri alır. Tüm işgal edilmiş yerler ayağa kalkar. Arapların hakimiyet alanı daralır. İlk yıllarda ganimeti boylar arasında paylaştıran Su-lu, son yıllarda ganimetleri dağıtmamaya başlayınca bu sefer boylar arasında huzursuzluk çıkar ve bir boy beyi tarafından çadırında öldürülür. İşte bu olay Türkler için dönüm noktasıdır. Kağan’ın öldürülmesi iç karışıklıklara sebep olur ve Araplara karşı direniş zayıflar.

Abbasiler Döneminde Türk – Arap İlişkileri

750 yılına gelindiğinde ise imparatorluk sınırları içinde siyasi iktidar değişimi yaşanır. Müslüman olmayan ve Arap olmayan toplulukların köle muamelesi görmesi zaman içinde yönetime karşı kin besleyen bir kitle oluşturur. Bu kitlenin iktidar aleyhine giriştiği faaliyetler kısa zamanda etkisini gösterir ve Ebu Müslim Horasani’nin başlattığı isyan hareketi büyük zulüm gören Türklerin de yardımıyla başarıya ulaşır. Abbasiler yönetimi ele geçirirler. Abbasilerin hak ve sorumluluklara dayalı bir yönetim kurmaya çalışmaları, idaredeki olumsuzlukları gidermeye gayret etmeleri, yönetimi ele geçirmek için yaptıkları mücadelelerde kendilerine destek veren Türk ve İran unsurlarına idari, siyasi ve askeri kadrolarda görevler vermeleri, Emevilerin Arap milliyetçiliği tutumuna reaksiyon olarak yönetimde Arapları dışlayan bir politika uygulamaları Türkler arasında İslamiyet’e karşı hoşnutluk yaratır.

Bir yandan izlenen olumsuz siyasetin Abbasilerin iktidarı ile ortadan kalkması, diğer taraftan; doğudan akınlar düzenleyen Çin’in sert tutumu, bu kez Türklerde gerçek tehlikenin doğudan gelen Çin akınları olduğu fikrini oluşturur ve Çinlilere karşı Abbasilerden yardım isterler. Türk- Müslüman müttefik kuvvetleri 751 yılında Talas Nehri kenarında bugünkü Alma-Ata yakınlarında Çin kuvvetleriyle karşılaşırlar. Çinliler ağır kayıplar verirler. Abbasilerin iktidara gelmesinden hemen sonra vuku bulan bu savaş Araplarla Türkleri birbirine daha da yakınlaştırır ve bu tarihten itibaren Türk-Arap ilişkileri dostça gelişir.

Burada, Abbasiler döneminde ortaya çıkan, mücahit gazilerin yaşama ve barınmalarını sağlamak için yapılmış olan dini hayır kurumu ribatların etkin rolünden bahsetmeden geçmek olmaz. Ribatlar bir çeşit kervansaray görünümlü tekke ve dergah gibiydiler. Yolcu ve misafirler her türlü hizmetin bedava olduğu bu yerlere uğrarlar ve haliyle bu ruhani ortamdan etkilenirlerdi. Bu şekilde işlev gören 10 bine yakın ribat İslamiyet’in yayılmasında önemli rol oynamıştır.

Sonuç


İşte size Türklerin Müslümanlaşmasının öyküsü. Bu öykünün 670 ile 750 yılları arasındaki ilk bölümünde, çokça ‘zora dağlar dayanmaz’cılık, kısmen ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’cılık, bir miktar ‘nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilme’cilik, az biraz da ‘para her kapıyı açar’cılık; 750’den sonraki ikinci bölümünde ise ‘arıyı duman, insanı iman yola getirir’cilik etkili olmuş gibi. Yoksa, Araplar arasında bile kılıç zoruyla yayılan bir dinin, o günün şartlarında Türkler arasında hiçbir zorlama olmadan yayılması mümkün müdür?

Dipnot:

  1. Akpınar T., Tarihimizde İslamiyet, Tarih ve Toplum Dergisi sayı.80, İletişim Yayınevi, Ankara, 1990, s.49
  2. Aydın E., Nasıl Müslüman Olduk, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2008, s.86-87
  3. Kitapçı Z., Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, Nur Basımevi, Konya, 1988, s.90
  4. Kitapçı Z., Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, Nur Basımevi, Konya, 1988, s.207
  5. Kitapçı Z., Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, Nur Basımevi, Konya, 1988, s.102
  6. Aydın E., Nasıl Müslüman Olduk, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2008, s.98-99
  7. Kitapçı Z., Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, Nur Basımevi, Konya, 1988, s.132
  8. Kitapçı Z., Türkler Nasıl Müslüman Oldu, Yedi Kubbe Yayınları, Konya, 2009, s.122-140
  9. Kitapçı Z., Türkler Nasıl Müslüman Oldu, Yedi Kubbe Yayınları, Konya, 2009, s.64
  10. Kitapçı Z., Yeni İslam Tarihi ve Türkistan, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1991, c.1, s.241
  11. Wellhausen J., Arap Devleti ve Sukütu, 1963, s.209
  12. Tarih-i Taberi, s.346-347
  13. Kitapçı Z., Yeni İslam Tarihi ve Türkistan, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1991, c.1, s.262-263

Hoparlör de Ezan sesi var


Taner Erim
1966 yılında İstanbul'da doğan yazar, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden mezun olmuştur. Hava Kuvvetlerinin çeşitli birimlerinde hekim olarak görev yaptıktan sonra 2010 yılında emekli olmuştur. Halen özel sektörde kulak burun boğaz uzmanı ve bir yüksek öğretim kurumunda öğretim görevlisi olarak çalışmakta olan yazarın ilgi alanları siyasi tarih, sinema ve motosiklettir.