Dünyanın en mutsuz 76’ıncı ülkesi olan Türkiye’de, sokaktaki insan televizyon programlarından nasıl etkileniyor?
Toplum, birden fazla etnik, kültürel, sosyal ve ekonomik sınıfı içinde barındırır. İnsanlar birbirleriyle hiyerarşik bir yapı içinde çalışırken, aynı zamanda ekonomik farklılıkları da yaşar ve hisseder. Ancak medya, içerdiği dizilerle sadece bir sosyal tabakayı işler ve gösterirse, bu tabakanın dışında kalan insanlar o tabakanın insanlarına önce özenir, sonra öykünür ve benzemeye çalışır.
2- 3 yıl öncesinde başlayan bir furya ile Türk televizyonunda yer alan dizilerin, kalbur üstü dediğimiz, sosyal sınıf olarak A+, A ve B ekonomik sınıfının hikayesini ve yaşadıklarını senaryolaştırdığını hep birlikte gördük. Sanki anlaşmışlarcasına tüm televizyon kanalları, görkemli evleri, şık insanları, muhteşem sofraları, her daim dışarı çıkacakmış gibi pür makyaj dolaşan kadınları, holdingleri, lüks arabaları dizilerde göstermeye başladı. Önceleri, sokaktaki insan tarafından bu büyülü dünyanın penceresi evin içine açıldığından hayretle, büyük bir merakla adeta yutarak izlendi. Hatta, bu dizilerin kanal yöneticileri seyredilmenin, reyting şampiyonu olmanın verdiği hazla aynı sahneleri defalarca sündüre sündüre verdiler. Bu dizilerin tekrar bölümleri dahi izlenme rekorları kırınca 40-45 dakikalık diziler üç – üç buçuk saat sürmeye başladılar. Sokaktaki insanın bu duruma bir şikayeti yoktu, gözden kaçırdığı bir kıyafeti ya da evin dekorasyonundaki bir ayrıntıyı yakalıyor, inceleme fırsatı bulabiliyordu.
Bu senaryolarda, zengin ve lüks hayatın çok da uzaklarında olmadıklarını, bir tuşa basarak bu peri masalının bir üyesi gibi o sahneye girebileceğini düşünen sokaktaki insan, bu hayatın cazibelerine kapıldı. Evlenme programlarında çalışmayan ve hiçbir vasfı olmayan kızlar, sadece boyanıp, süslenerek geldikleri stüdyolarda taliplerinden çok fazla şey talep etmeye başladılar. Amaç bu lüks dünyaya adım atmaktı. Bu durumda, erkek adaylar büyük heveslerle beğenerek geldikleri programdan gelin adaylarının isteklerini karşılayamadıkları için boş döndüler. Adı üstünde evlenme programı olan bu TV programları, evlendirmeden ziyade, katılanların kendilerini gösterdikleri, mikrofonu eline alınca konuşup, hatta yorum yapabildikleri bir çerçeveye girdi. Öyle bir hal aldı ki, programda evlenme kararı alan bir çift çıkarsa, hediyelere boğup, flaş flaş görüntülerle “Cuma günü düğünümüz var, yaşasın!” durumuna geldi.
Sokaktaki insanın kendini değerli hissettiği, güzel ve bakımlı görüntü verdiği bu sahte dünyanın müdavimleri de oldular. Bir an için TV ekranında görünmek, mikrofon uzatıldığında birkaç kelam laf söylemek için hanımlar ve beyler, semtlerinden kalkan otobüs-minibüslere erken saatte doluşup, saatlerce stüdyolarda kalabiliyorlardı. Bunca cefa ve zaman kaybına karşın bu şekilde tatmin olan sokaktaki insan, akşam yorgun ancak tatmin olmuş bir şekilde evine dönüyordu. Cam ekranın önünde otururken içine girmenin fırsatını yakalamıştı, bu nedenle en ufak bir şikayeti olamazdı.
Andy Varhol’un 1970’lerde söylediği “Gelecekte herkes 1 dakikalığına da olsa meşhur olacak” sözünü gerçekleştirmek istercesine, o program senin bu program benim geziyorlardı. Eskiden örgü ören, konserve, reçel, turşu, salça yapan, torununa bakan, evladının evine yardıma giden, boş kalan zamanında da günlere katılan tonton teyzeler, tam yetkili birinci ağız gibi ekranlarda baş gösteriyor, evlenme programlarında “Iııh, ııııh olmamış, bu çift yakışmamış, geçinemezler, bu adam bu kadını taşıyamaz, elektrik alamadım” gibi cümlelerle ahkam kesiyorlardı. Gelin adayları evlenecek zengin kocaları bekleyerek bir sezonu kapatırken, erkekler de varlıklı bir kadının yanına, kendini atma derdindeydi. Hepsi bir üst sınıfa geçme derdine düşünce, evlendirecek adam bulamayan programların çekiciliği azaldı.
Özellikle konusu İstanbul’da geçen diziler, kırsal kesimdeki izleyiciye, sanki tüm İstanbul’da yaşayanlar zenginlik ve şatafat içinde böyle bir hayatı yaşıyormuş gibi sunuluyordu. Çocuk okuttuğum ancak hiç tanışıp karşılaşmadığım bir aileyi turistlik bir gezi ile ziyaret etme fırsatı yakaladım. Cennet köylerinde ziyaret ettiğim bu ailenin tarlaları, hayvanları ve üç katlı bir evleri vardı. Gittiğimizde mütevazilik ve misafirperverlikle etrafımızda dört dolandılar. Bizlerin oğullarının okuması için yaptığımız destekten memnun, bir yandan da borçlu hissettiklerini belirttiler. Ben de onlara köyde salça yapıp yapmadıklarını sordum. “Evet” yanıtını alınca bana birkaç kilo hediye ederlerse çok makbule geçeceğini belirttim. Sonraki konuşmalar şöyle geçti:
— Ne yapacaksınız salçayı Funda hanım?
— Yemeklerime koyacağım, hazır salçadan bin kat daha lezzetli olur, hem de doğal…
— Aşçınıza mı götürüyorsunuz?
— Ne aşçısı…….?!!!!
— Eee, siz İstanbul’da doğmuş, yaşıyorsunuz, çalışıyorsunuz ve çocuk okutuyorsunuz. Aşçınız yok mu?
— Yok. İstanbul’da oturan yakınım, komşum ve akrabam, bildiğim hiçbir yakınımda da yok.
“Aaaa…” diyerek, hayretler içinde bakıp, “Hizmetçiniz de mi yok?” deyince, haliyle gülmüşüm. “Biz sizin dizilerde gördüğünüz gibi bir hayat yaşamıyoruz İstanbul’da, tıpkı sizin gibi yaşıyoruz, eve gelince eşofmanları geçirip üstümüze kendi yemeklerimizi, temizliğimizi yapıyor, alışverişlerimize çıkıyoruz” demiştim. Arkadaşlarına bunu söyleyeceğini belirterek konuşma burada sona erdi. Ama bize karşı duyduğu hayranlık da biraz söndü sanki…
Sokaktaki insan; pırıltı, şaşaalı bir hayat yaşadığını düşündüğü zengin insanlardan ibaret olan bir yaşantıya dahil olan dizileri seyrede seyrede genelleştirme yaparak, tüm İstanbul’u böyle yaşadığını farz edebilir. Bu durum, dizilerin yarattığı bir algıdır. O insanların hayatlarının yer aldığı dizileri seyrederken, bu hayata nasıl dahil olabileceğini ve içine girebileceğini düşünen sokaktaki insan, bunun yollarını aramaya başlar… Eğer bulamazsa da sıkıntı yaşar, mutsuz ve depresif olur, kıyaslama yapar. Onun kadar güzel, yakışıklı olduğunu ya da yetenekli olduğunu, onlar gibi bir hayatı aslında yaşayabileceğini düşünür, ancak bu hayata ulaşmanın o kadar da kolay olmadığını gördüğünde de mutsuz olur. Dünya istatistikleri açıkladı işte, dünyanın en mutsuz 76’ıncı ülkesiyiz. Bence nedenlerinden biri bu…
İşte bu durum da ikinci yazımın konusu….