Atatürk ulusalcılığı, kültür ve tarih birlikteliği bilinçli olarak Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca unutturulmaya çalışıldı; çünkü bölüp – yönetmek emperyalizmin vazgeçmediği tek stratejidir!
Önyargıları Parçalamak
Albert Einstein’ın “Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur” sözü ile anlatıya başlamak, biraz beylik bir giriş olacaksa da ‘Ulus/ Ulusalcılık’ üzerine, kimilerinin ukalaca bulacağı tespitler yapacağımızdan, bu örneklemeye tolerans gösterileceğini sanıyorum. Kimlik sorununu ırk, din, dil üzerinden ifade etmeye çalışan Türkiye halklarının önyargılarından kurtulma zamanının geldiği ve Atatürk Cumhuriyeti’nin ‘Kuruluş’ ilkelerinden uluslaşmaya eğilmenin/anımsamanın ve uygulamanın tam zamanı olduğu şüphe götürmemektedir. Unuttuğumuz, en büyük önyargı, ulusalcılığın bir suç olarak görülmesi değil mi? Ulusalcılık basın, aydın kitle ve ana akım medyada her fırsatta suçlanmaktadır. İçi boşaltılan, suçlamaya dönüştürülen ulusal sözcüğünü yeniden anlamlandırabilir miyiz?
Ulusçuluk / Ulusalcılık
Ulusçuluk ile ulusalcılık İki farklı kavramlardır. Bu iki sözcük, kavram karmaşasında karıştırılmakta, ulusçuluk ve ulusallığın aynı anlama geldiği sanılmaktadır. Ulusçuluk “milliyetçilik”, ulusalcılık ise “millicilik” anlamında kullanılan iki farklı kavramdır. Ulusçu derken, anlatılmak istenilen, tamamen ırk üstünlüğü üzerine kurulu bir milliyetçilik anlayışıdır ve asıl konumuz olan Türkiye yurttaşlarını kapsayıcı, birleştirici bir anlam asla taşımaz! Ulusallık ise emperyalizme karşı sürdürülen savaşımda, ülkenin taşı toprağı, yer altı ve yer üstü kaynakları, insanları ve onların emekleri savunulurken öne çıkarılan temel kavramlardan biridir! İçinde bulunduğumuz kaostan kurtulmanın çaresi, ulusçuluğa karşı durup, ulusal değerlere sahip çıkıp, savaşmamız gereken emperyalizmin farkına varmamızdır.
Türkiye Cumhuriyeti üç ayaktan oluşmaktaydı: Halk egemenliği, laiklik ve çağdaşlık. Öğretim hayatımız boyunca öğretildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti; halk egemenliğine dayalı laik ve çağdaş bir cumhuriyettir (mi?) Cumhuriyeti oluşturan, aynı vatan üzerinde yaşayan halklar da ”Ulus” adını almaktadır. Ulus tanımı değişkenlik göstermektedir. Aynı ırktan gelenlerin oluşturduğu ulusa “ırk ulusu” denmekte; kan bağı ile bağlı olana ”kan ulusu” ve kültür birlikteliğinden oluşan ise ”kültür ve tarih ulusu” olarak adlandırılmaktadır. Atatürk ulusalcılığının kültür ve tarih birlikteliği, bilinçli olarak Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca unutturulmaya çalışıldı; çünkü bölüp, yönetmek emperyalizmin vazgeçmediği tek stratejidir!
Liberal aydınlarımız yıllardır, Kemalizm ne kadar eleştirilirse, Türkiye Cumhuriyeti’nin kazanımları ne kadar küçümsenirse ve halkların kendi kaderini tayin hakkı ne kadar savunulursa; özgürlükler o kadar genişleyecek diye bir kültür emperyalizmi uyguladı. Kemalizm eleştirisine ayırdıkları zamanın birazını Türk sağını, muhafazakarlığını, İslamcılığını ve milliyetçiliğini eleştirmeye ayırmayıp, cumhuriyetin kazanımları söz konusu olduğunda küçümseyici bir tavır takındılar. Kürt sorununda ise, söze “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” dışlanamayacak tabuları oldu. Yaratılan bu sistemden dolayı, ”Türkiye şu an bir akıl tutulmasındadır” desek yanılır mıyız?
Monarşiden cumhuriyete geçilmiş olması, hilafetin kaldırılması, yurttaşlığın hukuki zemininin oluşturulması, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi aydınlarımızın göz ardı edebileceği ve bizi ilgilendirmez diyebileceği olgular mıdır?
Üst Ulusal Kimlik
Devletin, eşit vatandaşlık hukuku çerçevesinde ülkede yaşayan tüm yurttaşları Türklük üst kültür kimliği içinde bütünleştirmesi, Atatürk ulusalcılığının özüdür! Türklük bilincini etnik ve dinsel ayrımcılıktan ayıran bir anlayış üzerine kurulan ulusalcılık, hiçbir çifte standardı kabul etmez. Ulus kavramını Laiklik, Cumhuriyetçilik, Devrimcilik ve Halkçılık ilkelerinden ayrı düşünmek olanaksızdır. Türk Toplumu için Siyasal İslamcılığa hayat hakkı veren bir anlayışla ulusalcılık anlayışının birlikte dile getirilmesi düşünülemezken, “milliyetçi – muhafazakarlık” gibi ucube bir terminolojinin siyasal hayatımızda ve hem de en yaygın bir biçimde kullanılması ironik bir çelişkidir.
Ulusal birliğin, ulus-devlet olmanın en önemli koşullarından biri, hukukta birliğin sağlanmasıdır. Azınlıklara ilişkin hukukun yanı sıra her mezhep için ayrı hukuk uygulamanın bedelini Türk toplumu Osmanlı döneminde en ağır biçimde ödedi. Atatürk, sadece sosyolojik gerekçeyle değil, hukuksal ve siyasal gerekçelerle de Türk ulusalcılığını ön plana çıkardı. Hitler ve Mussolini’nin ulusçuluk anlayışlarını kökten reddederek, üstün ırk gibi teorileri asla benimsemedi. Türk ırkçılığını reddederken de, Türk üst kimliğini reddederek ülke topraklarının bir bölümü üzerinde ayrı bir devlet kurma girişiminde bulunan ayrılıkçı ırkçılara da hoşgörü göstermedi.
”Çözüm süreci / Silahların susması” adı altında yıllardır bir oyalama siyasetinin Türkiye’de sürdürüldüğü gerçektir. Siyasiler bu süreci ellerinde bir koz, bir tehdit metası olarak tuttu. 7 Haziran 2015 Seçimleri sonrasında Kürt – Türk çatışmasının salt bir siyasi çıkar için başlatıldığını görmemek, hırstan gözü kamaşanlara özgü bir olgudur.
Terörün yarattığı kıyımlar ile bağlantılı, birlik – beraberlik adı altında yeni kitlesel eylemler düzenlenmektedir. Çoğunluğu sağlayamayan, iktidarını yitiren Ak Parti, kanın ve gözyaşlarının demagojisini yapmakta herhangi bir sakınca görmeyerek, oy kaybını karşılamanın peşindedir. Bu siyasal oluşumun taraftar kitlesi gerek sosyal medyada, gerekse reelde örgütledikleri topluluklar ile gazete binalarına saldırmakta, Kürt emekçilerini hedef göstermekte, hatta metrobüs istasyonlarında Kürtçe konuştuğu için birini öldürebilmektedirler. Kent meydanlarında okutulan mevlitler, muhaliflerin binalarına yapılan saldırılar, camilerde verilen hutbeler bu siyasi oluşumun yeniden iktidara gelebilmesi için değil midir? Ne olmasını bekliyoruz? Değişik etnik ve mezhepteki insanların birbirlerini öldürmeye başlamalarını mı?
Teröre tek yanlı baktığımızda, bayraklara sarılı tabutları ve şehit yakınlarının ağıtlarını görürüz. Sistem tarafından kurgulanan ve kitleye empoze edilen milliyetçi öfke, düşman gösterilen tarafa her türlü şiddeti meşru görmemizi sağlamaktadır. Peki Diyarbakır’da, Silvan’da, Lice’de çatışma ortasında yaşamını yitiren çocuklar, ablukaya alınan kentler, sağlık görevlileri, ambulansların sokaklara girmesinin engellenmesinden kaynaklı can kayıplarına gözlerimizi kapayabilecek miyiz?
Kutuplaşmanın önüne geçebilmek için Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ülkeye bıraktığı laik devlet bağlantılı ”Ulusal” kavramı üzerinde düşünelim; o zaman ki, çocuklar, yurttaşlar, güvenlik görevi yapan insanlar yaşasınlar! Ocaklara ateş düşmesin!