En son dizisi çekilen ve birçok kez beyaz perdeye uyarlanan Agatha Christie’nin ‘Doğu Ekspresinde Cinayet’ romanında Türk insanı hakkında bilinçsizce yazılmış senaryo ile yaratılmaya çalışılan, 1920’lerin Türkiye’si ve İstanbul’u mu yoksa Avrupa’nın Türkiye ve ötesine duyduğu ön yargı mı?
Agahta Christie, bilindiği üzere dünyaca ünlü bir polisiye roman yazarıdır. 1890-1976 yılları arasında yaşamış olan bu akıllı kadının nedense her mecrada geçkin yıllarına ait bir fotoğrafı bulunmakta. Bu konuda çok kafamı yormadan ünlü yazarın en ünlü serisi olan ve başkahramanı Belçikalı dedektif Poirot olan romanlarından bahsetmek istiyorum. Bu yaz, şans eseri romanların dizi versiyonuyla tanıştım.
Belçikalı ünlü dedektif Poirot, İngiltere’de yaşayan üst düzey özel bir dedektiftir. Olay örgülerini birbirine bağlamaktaki ve keskin zekasıyla en gizemli olanı ortaya çıkarmaktaki başarısı tüm dünyada duyulmuştur. İşte bu hayran olunası başarılı dedektif her bir kitapta farklı mekanlarda gerçekleşmiş olan suçları çözümlüyor ve bunu yaparken de insan psikolojisi üzerindeki engin yeteneğini sergiliyor.
Serinin 1920’lerde yazılmaya başlanmış olması, bizi o dönemin atmosferine sürüklemekte. O dönemde Irak ve Mısır gibi çoğu Ortadoğu ülkesi, İngiltere’nin sömürgesi halinde olmasından dolayı çoğu İngiliz vatandaşının Ortadoğu’ya açılan kapısı halini almışlardı. Agahta Christie de ünlü dedektifi Poirot’u çoğu hikayesinde Bağdat ve Kahire gibi şehirlere göndermiş ve oranın atmosferini de okuyucuya aktarmıştır. Malum, kendisinin ikinci ve son eşi bir arkeologtu ve Ortadoğu arkeoloji araştırmalarında kendisine eşlik etmişti. Bu gezilerinden elde ettiklerini de kitaplarına işlemiştir.
Tabi ki o dönemde böylesi uzak mesafeler için tek ulaşım aracı tren ya da deniz seferleriydi. Başkahramanımız Poirot da bu seferlerini İstanbul üzerinden Orient Express’le gerçekleştirmekteydi.
Serinin genelinde doğuya karşı açıkça bir önyargı dile getirilmese de, insanların hayvanlarıyla birlikte yaşadığı, gelişmişliğin alt seviyelerde olduğu, halkın çoğunun orada bulunan Avrupalılara hizmet ederek yaşamlarını sürdürebildikleri bir ortam sergilenmektedir.
Agatha Christie’nin Poirot serisinden olan ‘Şark Ekspresinde Cinayet’ romanı beyaz perdeye taşındığında Türkiye’de de 1977’de gösterime girmiştir. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün ”Doğu’nun Merkezine Seyahat” adlı sergisinin küratörü olan Ekrem Işın’la Ayşegül Parlayan’ın Atlas Tarih dergisi için yapmış olduğu röportajda filmin İstanbul sahneleri hakkında kısa bir bilgi vermektedir:
“Filmin Salacak iskelesinde çekilen ilk sahnelerinde, başrol oyuncularından Vanessa Redgrave arabadan indiğinde etrafı bir anda sokak satıcıları tarafından sarılır. Türkçe ısrarcı bir şekilde, ellerindeki kolonya, takı ve simit gibi ürünleri satmaya çalışanlar arasında, tespih satıcısı olarak Nubar Terziyan da görülür. Yine filmin başrol oyuncularından Sean Connery, bir çoban tarafından aheste aheste güdülen bir sürünün arasından hızlı adımlarla yürüyerek iskeleye ulaşmaya çabalar… Kalabalık sokaklarda bağıra çağıra dolaşan satıcılar, başıboş sokak köpekleri, Osmanlı başkenti İstanbul’un boğazdan görülen minareleriyle silueti…”
Yine 1989 yılında yayınlanmaya başlayan ve Belçikalı dedektif Poirot’u David Suchet’in oynadığı dizide geçen İstanbul sahneleri ise 1977 senesinde beyaz perdeye taşınmış olan Şark Ekspresinde Cinayet filmini aratmayacak sahneleri barındırmaktadır. Dizinin bir bölümünde yine İstanbul’dan transit geçmekte olan Poirot, tren garına giderken kalabalık vahşi bir grubun arasında kalır. Bu grup her ne kadar İstanbul halkı olarak lanse edilse de hangi dili konuştukları pek kestirilememektedir. Bu gözü dönmüş vahşi grup ortalarına aldıkları bir kadını taşlayarak onu öldürmeye koyulurlar. Zira kadın, eşine ihanet etmiştir ve halk da cezasını kesmektedir.
Bu üç dakikalık bilinçsizce yazılmış olan sahnenin faturasının kime çıkacağı bellidir. Sorulması gereken, burada yaratılmaya çalışılan 1920’lerin Türkiye’si ve İstanbul’u mu yoksa Avrupa’nın Türkiye ve ötesine duyduğu önyargı mı?
Osmanlı döneminde her ne kadar recm cezası (iffetsiz Müslüman kadınların taşlanarak öldürülmesi) yürürlükte olsa da bunun uygulandığına dair kesin kanıt niteliğinde bir ya da iki vesika elimizde bulunmaktadır. Yani bırakın 1920’leri koskoca 600 yıl boyunca devam etmiş bir sistemde bu cezanın uygulanma sayısı bir elin parmaklarını geçmemektedir. Hal böyle iken dizide aktarılan sahne gerçeği yansıtmamaktadır.
Her ne kadar recm cezası son derece insanlık dışı ve vahşi bir uygulama olsa da bu ceza öncesi bölgenin kadısı tarafından bir yargılama sürer ve bu yargılama sonucu kadının verdiği karar neticesinde bu ceza uygulanırdı. Yani söz konusu sahnedeki gibi insanlar galeyana gelip sokak ortasında recm cezasını uygulayamazdı.
Batı’nın Doğu’ya karşı her zaman gizli bir merakı ve ön yargısı olmuştur ve olacaktır. Bunları yıkabilmenin tek yolu kendi kültürünü ve medeniyetini bilmekten geçer. Zira bilginin karşısında hiçbir ön yargının uzun süre ayakta kalamayacağı aşikardır.