Çalışmak ya da Çalışmamak… İşte Bütün Mesele Bu! Çalışma insanın özü ise; ondan nefret ettiğimde kendimden de nefret etmiş olmaz mıyım? Ona yabancıysam, kendime de yabancı değil miyimdir?
İnsanı insan yapan nedir? Bu soruya verilebilecek cevaplar hem nitelik ve içerik açısından başa çıkılamayacak kadar çok alana başvurmamıza, hem de nicelik açısından sayfaların hatta kitapların dolayısıyla zamanımızın ve tahammülümüzün de yetmemesine yol açacaktır. Üstelik bugün burada değinmek istediğim konudan öylesine uzaklaştıracaktır ki beni, yazının sonunda “peki ben ne diyecektim?” dedirtebilir. O halde kendime göre bir yol bulmalıyım… Soruyu daha özgül hale getirip, suyun yolunu bulmasını bekleyeceğim.
İnsanı hayvandan ayıran nedir? Çalışma mı?
En başta, geniş anlamda muhakeme yeteneği. En geniş perspektifte neden-sonuç ilişkisini kurabilme, buna göre de varlığına faydalı olarak gördüğünü seçme ve eyleme de bundan kaynaklanır. Nitekim hayvanların, daha önceden tecrübe ettikleri basit bir olayı, (örneğin, yere yukarıdan ve hızla atmış bulunduğu cevizin kırılıp açıldığını tecrübe eden karganın, daha sonra bu hareketi tekrarladığını gözlemlemişizdir). Neden-sonuç bağıntısını kurarak ve bunun üzerinde tekrar düşünerek davrandıklarını ateşli bir şekilde savunanlar olsa da; sabahleyin gökyüzündeki gri bulutları görüp, gün içerisinde yağmur yağma olasılığını düşünüp, bundan da yola çıkarak ıslanabileceği ihtimalini ortadan kaldırmak için yanına (eğer ıslanmamak için daha önceden icat edebilmiş ise) şemsiye alarak dışarı çıkan bir karga görmüş olanımız yoktur diye düşünüyorum.
O zaman açıktır ki insana mahsus olan muhakeme yeteneği sayesinde, daha birçok faaliyet de olacaktır bizi hayvanlardan ayıran. Parmakları arasından akıp giden suyu gören insan, su içebilmek ve ya toprağı sulayabilmek için bir alet icat etmeyi düşünebilmiştir: bardak, çanak, kova…ve bunu da gerçekleştirmiştir.
Toprağı sulamak mı? İnsan neden toprağı sular ki?
Önceden ektiği tohumları yaşatan ve büyütenin su olduğunu idrak etmiş olduğu için. Neden tohum ekmiştir, neden büyümelerini ister? Büyüyüp de meyve verdikleri zaman onları toplayıp beslenebilmek için. İşte en temel ihtiyacımız; beslenmek. Varlığını sürdürebilmek için beslenmek, beslenebilmek için toprağı işlemek… nihayetinde yaşayabilmek için çalışmak da insanı hayvandan ayırt eden faaliyetlerden biri olarak karşımıza çıkıyor ve çok şükür ki kendimi hiç de gitmek istemediğim yabancı sokaklarda bulmadan, tam da varmak istediğim yere gelmiş oluyorum.
Çalışmayan, yemek de yiyemez!
“Çalışmayan, yemek de yiyemez.” (Yeni Ahit, Selanikliler’e İkinci Mektup, Bölüm 3:10). Aziz Pavlus, öğrencisi Timoteos’a yazdığı mektupta böyle söyler. Çalışmanın yüceltilmesi Hristiyanlık’tan evvel Musevilik’te de açıkça kendini gösterir. Tanrı’nın insanı yarattıktan sonra verdiği ilk emir çalışmaya yöneliktir:
“Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın[…]” (Yaratılış, 1:28) Dünya nimetleri için çalışmak Tevrat’ta o kadar onurlandırılmıştır ki okuyan birçok kişinin orada salt materyalizm görmesine sebebiyet vermiştir. Bu yargının doğruluğu ve ya yanlışlığını tartışmak muhakkak ki konu dışı olacaktır fakat açıktır ki Eski Ahit’te; verilen vaatlerde, yapılan uyarılarda, her türlü kutsama ve ya cezalandırmada çalışma ve dünya nimetlerine atfedilen değer belirgin bir şekilde hissedilir.
Çalışma insanı insan mı yapar?
Çalışmaya yüklenen değer, semavi dinlerle de kısıtlı kalmaz. Birçok felsefi akım da çalışmayı insan varlığının temeli hatta insanlığın özü olarak tanımlamıştır. Kant, Hegel takiben Sartre, onu öznenin bilincinin oluşumunun en önemli evresi olarak belirlerler. Sanayi devrimi ve ekonomi politik kuramcılarının görüşleri ile birlikte “insanı insan yapan, çalışmaktır” fikri siyasete de girmiş olur. Nitekim ne kadar ironik olsa da İncil’den bir söylem komünist rejimin de sloganı haline gelir: “Çalışmayan, yemek de yiyemez!”
Çalışmaya yüklenen değerin tarihi gelişimi göstermektedir ki, çıkış noktasında “varlığını sürdürebilmek için beslenmek, beslenebilmek için çalışmak” bir araç olmaktan çıkmış, kendinde bir değer haline, bir telos (amaç) haline gelmiştir: “çalışmak için çalışmak!”
“Çalışmaya düzülen methiyelerde ve çalışmanın kutsallığını anlatan bitmek bilmeyen vaazlarda gördüğüm arka plandaki ana düşünce, diyor Nietzsche Tan Kızıllığı isimli eserinde, belirsiz özneler tarafından gerçekleştirilen ve herkese faydalı sayılan eylemlere dair övgülerdeki art niyetle aynı şeydir: bireysel olan her şeye karşı duyulan korku.
Günümüzde Çalışma’nın (bu kelime ile denmek istenen sabahtan akşama süren ağır çalışmadır), herbirimizin dizginini elinde tutan ve aklın, arzuların ve bağımsızlığın tadının gelişimine köstek olan bir polis, polislerin en iyisi olduğunu hissediyoruz.
O, sinir sistemimize dair bütün gücü eritip yokeder, bu olağanüstü gücü tefekkürümüzden, hayal gücümüzden, sevgi ve ya nefret gibi tüm güçlü duygularımızdan çıkarıp alır, gözümüzün önüne gerçekleştirmemiz gereken içi boş amaçlar koyar ve sadece kolay tatminlerin garantisini verir. Bu şekilde çalışılan bir toplum düzeninde, güvenlik de sağlanmıştır. Nitekim bugün, “güvende olma” düşüncesine Tanrı’ya tapar gibi tapmaktayız.” Kendinde değer teşkil eder hale gelen ve insanın özü olarak vazedilen çalışmak, Nietzsche’ye göre kurulu düzenin bozulmaması için çalışan bir maşadan başka bir şey değildir.
Çalışmayı insanın özü olarak kabul eden düşünürlerin karşısına, bir de Rousseau çıkar: “İnsanın doğası itibariyle ne kadar tembel olduğunu görmek şaşılacak bir şey. Neredeyse sadece beslenmek, uyumak, hareketsiz kalmak için yaşıyor diyeceğiz ta ki açlıktan ölmemek için harekete geçmesi gerektiğine kanaat getirene kadar. […] İnsanı endişeli, kaygılı hale getiren tutkular toplum hayatıyla doğar. İnsanda, varlığını korumaktan sonra gelen en büyük tutku, hiçbirşey yapmamaktır. Eğer yakından ve iyi bakarsak, kendi aramızda bile çoğumuzun, dinlenebilmek için çalıştığını görürüz: çalışmamızın amacı gene tembelliğin kendisi olur.” (J.J. Rousseau, Dillerin Kökeni Üstüne)
Tembellik kötülüklerin anası mıdır?
Atalarımız, tembellik tüm kötülüklerin anasıdır derken yanılmış mıdır? Tam da bu noktada başka bir bakış açısı yakalar Soren Kierkegaard: “Tembelliğin tüm kötülüklerin anası olduğunu söyleriz hep ve kötülüğü yoketmek için çalışmak tavsiye edilir. […] Tembellik, kendi kendinde, hiç de kötülüklerin anası değildir. Aksine, ilahi bir yaşam biçimidir… Ona sıkıntı eşlik etmediği sürece. Olimpos Tanrıları o tembel hayatlarında sıkılmadan mutlu mesut yaşarlar. Dişi bir güzellik, dikiş dikmeden, örmeden, okumadan, müzik yapmadan vs. tembelliği içinde çok mutludur; çünkü sıkılmıyordur.
Tembellik, o halde, bırakın kötülüklerin kaynağı olmayı en üstün iyidir. Sıkıntıdır tüm kötülüklerin anası olan, işte ondan sakınmak gerekir. […] Öyle insanlar vardır ki herşeyi işe, çalışmaya çevirebilme özellikleri vardır. Bütün hayatları çalışmadır. Ve hayatın kendisini de (aşık olmak, evlenmek, bir temsil dinlemek, güzel bir manzara izlemek…) aynı bürolarında kendilerine yaşattıkları o yoğun çalışma temposuyla yaşarlar.”
Ne mutlu hayatta en zevk aldığı şeyi yaparak para kazanabilen insanlara!
Çalışma insanın özü mü?
Çalışmak, insanı insan yapan, kendinde bir değer değildir. Hele ki çalışanı hem ürününe, hem diğerlerine son kertede de kendine yabancılaştıran bugünün sisteminde, insanı insanlıktan çıkaran şeydir çalışmak. Ne mutlu hayatta en zevk aldığı şeyi yaparak para kazanabilen insanlara! En büyük tutkusu müzik olan birinin müziği ile, resim olan birinin çizimleriyle, düşünmek olan birinin düşünceleri ile saygı görmesinin yanında para kazanıp hayatını sürdürebilmesi kadar büyük bir mutluluk var mıdır? Ama dünya üzerinde yaşayan tüm insanları alıp saysak, kaç tanesi bu şansa sahiptir?
Çok ama çok daha fazla değil midir işlerinden nefret edenlerin sayısı? Eğer diğerlerinin söylediği gibi, çalışma insanın özü ise; ondan nefret ettiğimde kendimden de nefret etmiş olmaz mıyım? Ona yabancıysam, kendime de yabancı değil miyimdir? İnsanın kendini gerçekleştirebileceği bir alanda çalışmasına imkan vermeyen bu düzende, bundan çoktan vazgeçmiş olmasına rağmen iş bulamayan, çalışamayan insan, artık insan değil midir?