Doğru Açı, denge kelimesiyle aynı eşdeğer. İp cambazları ya da uçurum kenarında sandalyenin tek bacağıyla oturan insanlar vs. Fakat unutulmamalı ki, manevi boyutta ya da maddesel evrende “Doğru Açı” ya da o dengeyi yakalayabilmek, duru bir zihin ve konsantrasyon ile mümkün olacaktır ancak.
İçindeysen dışı bilemezsin. Bildiğin ancak gördüğün kadardır o da yanılgıdır. Çünkü gerçekte bakarsın ama göremezsin. ‘Gören gözler ve işiten kulaklar’ ayetini vahyetmiştir Yüce Yaradan. Görmek ve işitmek tamamen anlayışla ve imanla ulaşılacak bir melekedir. Bakmak ve duymak ayrı şeyler onlar şekil görür. Oysa gören ve işiten içindeki mahiyeti ve manayı da farkeder.
Neden çanağın dışını yıkıyorsunuz, dışı da bir, içi de bir! (Thomas İncili) demiştir Hz. İsa. Bunu görebilmek için iman gerekiyor.
İnsana, insanoğluna verilen en büyük değer bakıştır. Görmektir. Bakmakla görmek arasındaki farkı yakalayabilmektir. Bu nasıl mümkün olacaktır? Elbette ki anlayışla.
Anlayışa ulaşabilmenin en büyük yetisi de yorum yapabilme kabiliyetidir. Çünkü insana akıl verilmiştir. Akıl en büyük yeteneklerden, melekelerden birisidir. Aklı kullanmak ise, o yeteneğin liyakatine erişebilmiş olmaktır.
Akıl sadece düşünceden mi ibarettir? Elbette bu tamamen kısır bir döngü içerisinde kalacaktır. Çünkü sadece düşünmek, akıl yürütmek yeterli olmayacaktır. Gönül gözü, kalp gözü ile düşünmek, yorumlamak, çeşitli fikirlerden yararlanmak ve özgür bir düşünceye doğru adım atmakla gerçekleşecektir.
Bakmak sadece bir fiildir. Oysa görmek, yorumlamaktır, aklı kullanmaktır. Aklını kullanan insan için çok büyük nimetler vardır.
İşitmek gibi. Duymak bir fiildir, oysaki işitmek de aklı kullanmaktan geçer. Ancak aklını kullanan insan görebilir ve işitebilir.
Herkes duyar ve görür. Fakat çok azı ancak görebilir ve işitebilir.
Her kulağı olan işitemez.
Her gözü olan göremez.
İşitmek ve görmek tamamen ruh ve beden içerisinde o koordineyi başarı ile birleştirebilen ve aklı ile gönlünü bir kılabilenler için mümkündür. Diri kavramının en güzel açılımı budur. Kutsal ayetlerde bahsedilen en çarpıcı sembolik kavramlardan biri de “diri” olma “dirilme” meselesidir. Çünkü Kuantum kuramı da her şeyin canlı olduğunu ortaya koyar. Tüm kâinat canlıdır ve her türlü bilgiyi bünyesinde saklar. Uykuda olan sadece insandır, kâinata karşı duran insandır, her şeyi inkar edeninsandır, oysa evren, kainat, dünya ve üzerindeki tüm hayvanlar ve atoma sahip madde-canlılar bu bilgiye sahiptir ve diridir.
Diri sular denmiştir Tevrat’ta, Diri olanı Ölüler arasında mı arıyorsunuz denmiştir İncil’de, Kıyamette diriltileceksiniz denmiştir Kur’an-ı Kerim’de. Bir Olalım, Diri Olalım demiştir Hacı Bektaş Veli.
“Dirilikte Öldür Beni” (Hacıvat – Karagöz)
İşitmek ve görmek için, doğru açıyı yakalamış olmak en önemli meselelerden biridir.
Doğru Açı nasıl yakalanabilir ya da bunu nasıl anlayabiliriz?
Kuantum evreninde yaşadığımızı artık hepimiz bilir olduk. Çağımız bilgi çağı, Kova çağına girmiş bulunuyoruz.
Gelişimin, erdemliğin, zirveye çıkışın ve bilgilerin kullanılır olma zamanı olan Yeni Çağdayız. Belki ilk basamaklarındayız, sadece biliyor ve hissediyoruz fakat bu söylediklerimizin yaşanır olma durumuna da adım ve adım yaklaşmaktayız.
Hiçbir şeyden etkilenmememiz mümkün değildir. Nerede olursak olalım, tüm insanların tüm dünyayla olan irtibatı hızlanmış, haberleşme en zirve noktalara gelmiş durumdadır.
Fakat bu durumun bizi yalnızlaştırdığı, insanların birbirine ne kadar yakın da olsa uzaklaştırdığı da bu çağın handikaplarından birisidir. Her ne kadar bu durum mevcutsa da, Yeni Çağın getirileri her canlının kapısını çalmış ya da çalma durumundadır.
Dünyaya gözlerimizi açtık, çocuktuk, büyüdük genç olduk, hayata atıldık, orta yaş, yaşlanma derken hayatımız bir film sahnesinden kareler gibi geçti gitti. Yaşam tamamen bundan mı ibaret yoksa, bizim gerçekten bilmediğimiz daha çok şey mi var?
Büyüdükçe uysallaşıyor mu insanoğlu yoksa, büyüdükçe arttığından istekler daha mı hırçınlaşıyor hayat. Yani bizim eğitim dediğimiz şey aslında bilge mi yapıyor bizi yoksa eğitimle fikir kölesi mi yapıyorlar bizi… (Alper Gömleksiz)
Bilgi yüklenmesi demek istiyorum ben buna. Yüklenme. Doğru şekilde, doğru zamanda kullanılmayan her şey YÜK olmaya başlıyor. Çocukken hırçındık çünkü, hiçbir şey bilmiyor öğrenmeye, tanımaya, bilmeye doğru adımlar atıyorduk. Her düşüşümüz bizi hırçınlaştırıyor, her ayağa kalkışımızda zorlanıyorduk. Çünkü öğrenecek ne çok şey vardı seçeneklerimiz sonsuzdu. Yardıma ihtiyacımız vardı, hatta muhtaçtık da.
Büyüdükçe, öğrenmeye olan açlığımız biraz daha boyut değiştirir oldu. Daha farklı bilgiler edinir olduk. Fakat bu “edinmeler” daha sonra bizde YÜK olmaya başlayacaktı. Kullanamadığımız her şey bizde yük hatta kambur haline gelecek ve biz onları hayatımızda taşımaya başlayacaktır.
Büyüdükçe mi uysallaşıyoruz yoksa, çocukken mi uysaldık?
Çocukken mi hırçındık, yoksa büyüdükçe, her geçen gün ağırlaşan yüklerimiz mi bizi hırçınlaştırıyor?
Bu soruların cevabını birey birey her birimiz kendimiz cevaplayabilir ve her cevap ortak yönler taşısa da yine farklılık oluşturacaktır. Çünkü biliyoruz ki, Yeni Çağ da bütünlükten bahsetsek de, çeşitlilikteki bütünlüğün farkındayız. Çeşitlilik, bütünlüğü meydana getirmektedir. Eğitim sisteminde artık yavaş yavaş yerleşen, bireye göre öğretim sistemi, işyerlerinde bireye göre iş pozisyonlarının ayarlanması daha önem kazanmaya başladı. Çünkü herkesin kendine göre bir kapasitesi ve anlayış durumu mevcuttur.
Her insan, her birey, farklı görür ve farklı işitir. Herkesin anlayışı daha farklıdır. Bakış açısı, anlayış kapasitesi, görme ve işitme melekesi yani yeteneği farklılık arz eder. Bu durumun yerleşik hale gelmesi ve genellenmesi hırçınlığın biraz daha ötesine geçecektir.
Doğru Açıyı yakalamak, ancak kişinin kapasitesinin doğru değerlendirilmesi ve doğru yönlenmesiyle mümkün olabilecektir.
Bizi hırçınlaştıran duygular, kıyas, yetinmeme, umutsuzluk, korku gibi kavramların, bilinçaltımızda yerleşik düzeyde olması ve büyük bir oranla yer işgal etmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü hırçınlık hissi, ardından öfke, gerginlik ve gereksiz stres durumlarını da beraberinde getirir. Günlük yaşantımızda sık sık karşılaştığımız durumlardan biridir bu aslında. Evde, okulda, işyerinde, mecliste, toplum içerisinde sürekli tartışmalar, öfke ve kavgalara şahit olmaktayız. Bu aşırı yüklenmelerin getirdiği, gereksiz durumlardır.
Hırçınlık, hoşgörüsüzlüğü ortaya çıkaran bir durumdur. Hırçınlık cahilliğin bir göstergesidir ve eğitimsiz bir egonun dışa vurumculuğudur. Çocukken ne kadar saf ve temizdik ve duygularımızı bilmeden sarfedebiliyorduk. Oysaki büyüdükçe artan yüklerimiz bizi daha farklı hırçınlıklara sevk etmektedir. Çocukken hırçınlıkla, büyüdükçe artan hırçınlığın kıyası yapılacak olursa ikisi birbirinden hem farklıdır hem de benzerdir. İkisi de bilgisizlik ve eğitimsizlikle ortaya çıkmaktadır. Hırçınlık, eğitilmemiş sarfedilen kontrolsüz duygular ve egodan kaynaklanmaktadır.
Oysaki ego eğitimi ve aşırı yüklerin farkına varılması ve bireyin kapasitesini doğru yönlendirmesi ve Doğru Açıyı yakalamasıyla “hırçınlaşmasını” bir nebze olsun kontrol altına alması mümkün olabilecektir. Bu da elbette, tedricen yani yavaş yavaş, zamanla, doğru bilgi ve kullanımı, doğru bakış açısı, doğru açıyı yakalayabilme, görme ve işitme ile mümkün olabilecektir. Anlayışın gelişmesi, olayların seyrinin takibi, farkındalığın ve iç sesin duyulması ile daha iyiye doğru gidebilecektir.
Hırçınlaşma hissinin ancak yetinme duygusunun geliştirilmesi ile giderilmesi ve hayat boyu sürecek olan kendini bilme çalışmaları ve farkındalık düzeyinin geliştirilmesi ve elbette doğru eğitim ile olabilecektir.
Kıyas, ‘yetinmeme duygusunu’ oluşturur, dolayısıyla da nefreti besler. Sürekli kıyaslanan insan, zamanla kendinden üstün hissettiği kişilere karşı özel taktikler geliştirir ve bu zarar veren boyutlara kadar ulaşır.
Çocuklarımızı kimseyle kıyaslamayalım!
Çocuklarımıza, sahip oldukları ve olacakları, her türlü yetenek, düşünce, hayallerinin ancak kendileriyle kıyaslanarak arttırılmasına teşvik edilmeli. Yoksa, bak o sana göre daha zayıf, daha güzel, daha akıllı, daha çalışkan, daha yetenekli, o şu notu almış sen niye alamadın vs. gibi sürekli kıyaslamalar, ileride çok büyük zararlar verecek boyutlara ulaştırabilir.
Piramitler “Doğru Açı”larla yapılmış mükemmel formlardır ve enerjinin yoğunluğu ve dönüşümü muhteşemdir ve piramit enerjisi hala çözülememiş bir sırdır.
işte maddi formda “Doğru Açı” ve manevi boyutta “Doğru Açı”, sanırım gelecek dünya insanının en çok üzerinde duracağı konu olacaktır.
“Doğru Açı”‘ya en büyük örnek yine Mimar Sinan’ın eserlerinde görülebilir. Çünkü “Doğru Açı” ile yerleştirilmiş bir yapı ve kubbeler hala sırları çözülememiştir.
En boy ve yükseklik, fakat yerçekim kuvvetine karşılık esneklik payı. Orada çekim kuvvetinin en minimuma indirilmesi ancak “Doğru Açı” ile gerçekleşebilir.
“Doğru Açı”, denge kelimesiyle aynı eşdeğer. İp cambazları ya da uçurum kenarında sandalyenin tek bacağıyla oturan insanlar vs. Fakat unutulmamalı ki, manevi boyutta ya da maddesel evrende “Doğru Açı” ya da o dengeyi yakalayabilmek, duru bir zihin ve konsantrasyon ile mümkün olacaktır ancak.
Tespitlerimde manevi boyuttaki, “Doğru Açı”ya en güzel örnek şudur; “Sağ elin verdiğini sol elin bilmeyecek.”(Hz.İsa). Bu içsel konsantrasyonun en büyük örneklerinden biridir. Her ne yapıyorsan, sağ elin bildiğini sol el bilmeyecek. Şahit olmayacak. Eğer şahit olursa, o zaman yaptığına bir başka varlığı da karıştırmış olursun. Oysaki, senin bildiğin ile Yaradan arasında bir sır olarak kalacaktır ve takdir yine Yüce Yaradanındır. Fakat, ortak yani eş koyarsan, şahit koyarsan araya, o zaman yaptığının çok fazla bir değeri de kalmayacaktır. Çünkü yaptığın maneviyata, bir başka düşünce de karışmış ve bir bakıma da kirlenmiş olacaktır.
“İyilik yap, denize at, kimse bilmese mevlam bilsin”, “dualarını kimselerden uzak sessizlikte icra et”, “ibadetini gizli yap” sözü de bunu desteklemektedir.
Yapılan iyiliklerin hesabını ancak Rabbimize bırakalım, takdiri ondan olsun, insanı şahit koyarak başka düşüncelere maruz kalmasına da engel oluruz. Çünkü Rabbimiz, bize şah damarımızdan yakındır(Kur’an-ı Kerim), başka şahide gerek yoktur. O Kalplerdeki her şeyi bilir. O zaman da yapılanın şiddeti pozitifliği daha da artan boyutta, bize kaderi durum olarak geri dönecektir ve etkisi daha büyük olacaktır.
Ben Boğa eti yer miyim? Keçi kanı içer miyim? Yüceler yücesine adadığın adaklarını yerine getir. (4 kutsal kitaptan: Zebur-Tevrat, Asaf’ın Mezburu 9)
Tamamen içsel kurbanın kesilmesi anlamını vurgulamıştır. İçsel kurbanın kesilmesi ise kendini bilme çalışmalarıdır. Kendini bilen Rabbini bilir ve Tekamül eder, yani gelişir. Ve ruhun madde ile temasından oluşan nefis sahibi bedenlilerin kurbanı, hayat boyu sürecek bir mücadelenin, gelişimin, terbiyenin neticesi olacaktır.
Unutma, sır gibi seversen eğer, muradın gerçekleşir. Çünkü tohum toprağa gizlenirse yeşerir. (Mevlana)