Evet, ben reklamcıyım ve yaşanan sosyo-psikolojik bozuklukların, çocukların ailelerine yaptıkları baskıların, halkın kişilik çatışmalarının sorumlusu kısmen benim; özür dilerim…
“Ben reklamcıyım”; mesleğimin ne olduğunu söylediğim her sefer de ardından bir de özür dileme ihtiyacı duyuyorum.
Böyle olsun istemezdim aslında, ben sanıyordum ki ürünü alıyorsun, faydasını azıcık parlatıyorsun, içine biraz hayal gücü katıyorsun sonra da servise sunuyorsun. Zaman geçtikçe yaptığım işin, başkaları yerine hayal kurmak olduğunu anladım. Mümkünse insanların en zayıf yanlarını yakala, orayı harekete geçirecek düğmeye bas ve ürünü almalarını sağla; Kural bu! İşin bu olunca psikolojiden, sosyolojiden, biyolojiden, matematikten ve yaşam formunu ilgilendiren tüm konulardan haberdar olman gerekiyor. O ilanda neden kırmızı kullanmak gerektiğini öğrenirken, bu sayede insanların neden Mc Donalds’larda hemen yiyip kalktıklarını, kırmızının insanlar üzerinde ne gibi bir etki yaptığını da öğreniyorsun.
İlk zamanlar eğlenceliydi ne yalan söyleyeyim, odak gruplar (8-10 kişiden oluşan insan gruplarını bir odaya doldurmak suretiyle fare muamelesi yapmak), gazetelerde, televizyonda yayınlanan katkım olan reklamlar, dergilerde çıkan adlar, sektörde tanınmak vs. Dünyanın en önemli işini yaptığımı falan düşünürdüm. Sonra, biyolojik saat bir gün gelir ve vicdanını dürtmeye başlar. Yaş 25 olduğu anda annelik içgüdüleri yükselmeye, yolda gördüğün çocukları sahiplenmeye, sokak çocukları için ağlamaya başlarsın. Yaş 27 olduğunda, tecavüz, ensest, çocuk tacizi gibi kavramlara gereğinden (dozajı herkese göre değişmekte) fazla tepki göstermeye başlarsın. 25 yaşıma girdiğim gün ben de mesleğimi sorgulamaya başladım. Çünkü elime her gün gelen gazete haberleri, tv programları gençlerin giderek vahşileştiğinin, acımasızlaştığının kanıtlarıydı.
Takmayın marka falan!
İşim neden, nasıl diye sormak benim. “Neden bu çocuklar şiddete eğilimli?”, “Neden kola içiyorlar?”, ” Nasıl izliyorlar televizyonu, yatarak mı, arkadaşlarıyla mı, aileleriyle mi?”; “Neden şiddete bu kadar eğilimliler?”. Cevaplar sinir bozucu olmaya başladı giderek; Çünkü sonunda gelip dayandığım nokta, dolaylı yoldan bile olsa benim mesleğimle ilgiliydi. Paraları olmadığı halde özendikleri dünyalara ulaşmak için çalıyor, parçalıyor, hırçınlaşıyorlardı. Fare muamelesi yaptığım (odak gruptaki) çocuklara neredeyse, “Takmayın marka falan, hepsi Bursa’da üretiliyor işte. Hem de en fazla maliyeti 2-3 $ bu çulların!” demek geliyor içimden.
Son nokta, sanırım gazetede okuduğum haberle oldu: 8-10 yaşlarında 4 çocuğun, sınıf arkadaşları olan bir kıza tecavüz etmeleri, sonrasında bunu öğretmenlerine söyleyen 8 yaşındaki erkek arkadaşlarını dövmeleri ve ağaca asıp ölmesini beklemeleri ile ilgili olan haber. 8-10 yaşlarında çocuklar… Muhtemelen her birimizin kuzeni, yeğeni, çocuğu var bu yaşlarda. Şimdi evde sizce ne yapıyor? Televizyon izliyor veya Piley Siteyşınoynuyordur değil mi? Çizgi film izliyordur (Birbirinin suratında bomba atan veya süper kahramana dönüşen fareden, kangurudan bozma yaratıkların ölüm-kalım savaşları), en iyi ihtimalle Sihirli Annem (İnanın en sevimlisi ve zararsızı o). Pokemon’u izledikten sonra uçabileceğini düşündüğü için camdan atlayan çocuğu hatırlayanınız var mı? Kolay unutan bir milletiz değil mi?
Çocuklarla/ gençlerle yaptığım grup tartışmalarında, neden marka giydiklerini/ kullandıklarını soruyorum;
- Kalite
- Taktir görmek
- Güven/ Garanti: “Yiyecek/içecekte markasız ürünü tercih etmiyorum; ürünü güvenli, kalitesini kanıtlamışsa kullanıyorum.”
- Ego tatmini
- Zevk ve Lüks
- Gösteriş: “Bir Ferrarim olsa bakmayanın alnını karışlarım” faktörlerinden bahsediyorlar.
Aslında Türkçesi, “yoğun arkadaş baskısı” hissetmesi ve “arkadaş grubuna uyma”, “onaylanma” motivasyonu. Gençlerin gruptan dışlanma korkusu, girdikleri ortamlarda kendilerini özgüvenli hissetme ihtiyacı, onlarda marka bağımlılığı yaratıyor. Gençler her toplumda, özellikle karakterlerinin oturma evresinde, kendilerini arkadaş gruplarıyla, giydikleri/ kullandıkları markalarla özdeşleştiriyor, alışverişe arkadaşlarıyla çıkıyorlar. O zamanlarda da bizlerin kurduğu dünyalar ön plana çıkıyor.
“Nayk al Gamze! Herkes ondan alıyor hem de çok güsellll.”
“Satın aldığınız markalara neden güveniyorsunuz ki?” diye soruyorum;
- Tavsiye üzerine
- Pahalı oldukları
- Estetik
- Sağlam
- Çevrelerinde gördükleri
- Yaşadıkları deneyimleri söylüyorlar.
Aslında sağlamlık umurlarında filan değil, Ayşe’de, Ahmet’te var diye kullanıyorlar. Bir de sürekli yabancı markalardan bahsediyorlar ki, belirttiğim gibi Bursa Arkadaşlar, Bursa… Bazen tasarımlar bile burada yapılıyor ne Nayk’ı?
“Trend böyle, bu trendi bizden öncekiler çıkarttı biz de sürdürüyoruz” diyorlar.
Eğer beğendikleri marka bir şeyi alabilirlerse, kendilerini çok şanslı, rahat, özgüvenli, enerjik, mutlu, huzurlu hissettiklerini söylüyorlar. Yani; “Kardeşim, bunu giyersen havalı, trendy olacaksın dediniz, biz de aldık!” diyorlar.
Vicdan azabı çekiyorum doğru. Hatta giderek bu işi bırakmam gerektiğini, aksi halde çocuk doğurmaktan vazgeçeceğimi düşünüyorum. Çünkü muhtemelen ben bile ona Bursalı Nayk’ı anlatamayacağım. Çizgi film izlemesini, haberleri takip etmesini, magazin programlarındaki kadınlara özenmesini engelleyemeyeceğim. Nasıl yapabilirim ki, bazen ben bile yaptığım işi unutup, “İçerisinde saçlarınızı 3000 kat güçlendirecek böcürt koyduk, alın” dedikleri reklamları izleyip, gidip alıyorum. Çünkü orda saçını savura savura yürüyen kızları gördükçe, “Ulan, olur mu olur!” diyorum. Saçlarım bir dönem bir sürü şampuan değiştirmekten döküldü, o ayrı.
Aslında ne çok şey var değil mi çocuklarımızın maruz kaldığı. Hepsinden koruyamayız ki. Ben reklamı yapmak zorundayım mesela, başka iş bilmiyorum. O da çok önemli değil, birileri zaten bunu yapacak çünkü çark dönmek zorunda… Birileri üretecek, birileri tüketecek. Ve dünya yeşil bir gezegen olarak dönmeye devam edecek. Ağaçlardan sanırım hiç inmemeliydik. Ya da Sümerlilere birileri, saçmaladıklarını söylemeliydi.
Ne yapmam gerektiği konusunda çok emin değilim. Mesleği en az 5 sene daha bırakamayacağım kesin. Malı satmazsak işten kovuluruz, bu da kesin. Ben vicdanen berbat haldeyim, bu da doğru… Valla bilmiyorum, siz karar verin. En azından markanın, hayatın anlamı olmadığını öğretebilirsiniz belki çocuğunuza/yeğeninize/kardeşinize.
Yazar: Esra Baykal Çetinkaya