İskandinav sinemasının en çarpıcı örneklerinden biri olan “Av” (Jagten, 2012), Türkiye’de “Onur Savaşı” olarak gösterilmiş ve benzer konuları işleyen diğer filmler gibi seyirciden pek ilgi görmemişti. Popüler sinemanın ele almadığı konuları irdeleyen Kuzeyli yönetmenlerden biri olan Danimarkalı Thomas Vinterberg, bu filminde “pedofili” konusunu farklı bir açıdan ele alıyor.
İskandinav sinemasında cinsellik
İfade özgürlüğünün en üst düzeyde yaşanabildiği İskandinav ülkelerinde sinemacılar devlet tarafından maddi ve manevi büyük destek alırlar. Muhtemelen de bu yüzden de her konuda gişe kaygısı olmadan sanatsal ve deneysel filmler yapabilirler. Yüksek bütçeli gişe filmlerinden ziyade günlük hayatta karşılaşılan gerçekçi insan ilişkilerini anlatan filmler üreten Kuzeyli yönetmenler için cinsellik oldukça olağan bir konudur. Özellikle İsveç, Norveç ve Danimarka’da çekilen filmler cinselliği estetik ve kışkırtıcı yönlerinden ziyade itici ve çiğ halleriyle resmeder. Evet; cinsellik her zaman her yerde ilgi çeker, ama cinselliğin bazı yönlerinin konuşulması ya da görüntülenmesi aslında oladukça rahatsız edicidir.
“Av” filmi, 1992 yılnda Norveç’in Bjugn eyaletinde yaşanmış ve “Bjung Davası” olarak anılan bir çocuk tacizi olayıdan esinlenerek çekilmiş. Filmin yönetmeni 1969 doğumlu otör yönetmen Thomas Vinterberg, Lars von Trier ile birlikte 1995 yılında geleneksel film anlayışına muhalefet olarak Dogma 95 film akımının kurmuş ve 1998’de çektiği ilk Dogma filmi Kutlama’da (Festen) da benzer bir konuyu işlemişti. Bir aile toplantısında ortaya çıkan ensest ilişkilerin ve bu haberin yarattığı dinamiklerin anlatıldığı Kutlama filminde çocuklarına cinsel taciz uygulamış bir babayı anlatan Vinterberg’in Av filmi, bir nevi bu filmin antitezi.
Av filmi, 2012 yılında Cannes’da dört ödülü birden toplamayı başarmıştı. Danimarkalı oyuncu Mads Mikkelsen En İyi Erkek Oyuncu ödülünü almıştı.
Av filminin hikayesi
Herkesin herkesi tanıdığı küçük bir Danimarka kasabasında yaşayan Lucas (Mads Mikkelsen) tüm kasaba tarafından sevilen ve güvenilen, tabiri caiz ise “insana iyi gelen” insanlardan biridir. Eşinden yeni ayrılan 42 yaşındaki anaokulu öğretmeni Lucas’ın tek tasası boşanma sonrasında ergenlik çağındaki oğluyla sağlıklı bir ilişki yürütebilmektedir.
Yuvada öğrencisi ve en yakın arkadaşının kızı olan Klara, Lucas’a özel bir sevgi beslemekte ve ailesindeki dengesiz ilişkilerden uzaklaşmak için Lucas ile vakit geçirmeyi tercih etmektedir. Bu sevgiden rahatsız olan Lucas’ın tepkisiyle kalbi kırılan Klara yuva müdürüne artık Lucas’tan nefret ettiğini söyler. Küçük kız ayrıca Lucas’ın O’na bir erkek cinsel organı resmi gösterdiğini de anlatır. Küçük çocukların kesinlikle yalan söyleyemeyeceklerine inanan hassas anaokulu müdürü Grethe’nin biraz gerekli prosedürü uygulaması, biraz da hislerini takip etmesiyle durum polisten önce diğer velilere yansır ve daha önce hiçbir kötü yanı bilinmeyen Lucas bir anda kasaba halkı tarafından çocuk tacizcisi olarak ilan edilir.
Aklına yer etmiş o pornografik fotoğrafları gösteren aslında Klara’nın abisi olmasına rağmen, kızın olayı yönlendirilerek anlatması sonucu, monoton kasaba hayatından sıkılmış olan halk Lucas’ın sübyancı olması fikrini kolayca sahiplenmiştir. Hatta aslında Lucas’ın kötülüğünü istemeyen Klara bile bir noktadan sonra gerçeğin ne olduğunu ayırt edemez. Çünkü söylenmiş bir sözün geri alınması imkansızlaşmış ve artık neyin doğru neyin yanlış olduğunun pek bir önemi de kalmamıştır.
Lucas’ın mahkemece suçsuz bulunup serbest bırakılması, hatta Klara’nın ebeveynlerine gerçek olmayan şeyleri söylediğini itiraf etmesi bile halkın algısını değiştirmeye yetmez. Cadı avına kurban olmayı kabul etmeyip normal hayatına devam etmek isteyen Lucas’ın halkın kafasındaki “sübyancı” etiketini silebilmesi ancak bir yıl sürer. Fakat bir yıl sonra kasabadaki arkadaşlarıyla çıktığı ceylan avında ise önceki yıl yaşanmış bu olayı hala hazmedememiş biri olduğu farkedilecektir.
Filmdeki avlanma sahnelerinin de anlattığı gibi; doğasında vahşi ve ikiyüzlü olan insanoğlunun ormanın en güzel yaratıklarından biri olan ceylanlara ateş ederken yaşadığı duygular, aslında güzel olanı kolayca mahvetmeye meraklı kasaba insanlarının Lucas’a gösterdiği yaklaşımın aynısıdır. Lucas, örnekleri daha ziyade Ortaçağ’da görülen bir “cadı avı”nın kurbanı olmuştur. Bu yüzden filmin Türkçe başlığınının “Onur Savaşı” olarak seçilmesi, filme gereksiz bir romatizim katıp, gerçek mesajından uzaklaşmasına sebep olmuş.
Filmin toplumsal mesajı
Herkesin, haklı ya da haksız, inandığı şeye neden inandığına dair haklı sebepleri vardır. Fakat insanoğu genelde başkaları hakkında bir yargıya varırken aslında kendisini baz alır. Ayrıca çok hassas bir konu olan “cinsellik” söz konusu olduğunda ilk akla gelen mağdur görünenin haklı olduğudur. Ya da bazen sadece toplumsal korkularımız veya sıkıcı hayatımıza heyecan aramamız bile en masum insanları linç etmemize neden olabilir.
Av filmi aslında sadece çocuk tacizi konusunu işlemiyor; dedikodunun ne kadar yıkıcı olabileceğine, toplumun ne kadar kolay manipule edilebildiğine, toplum üyelerinin birbirlerinin hayatını ne kadar ciddi etkileyebileceğine ve çocukların hayal dünyalarının ne kadar geniş olduğuna da parmak basıyor. Yönetmen Vinterberg aslında, hangi kültürden olursa olsun, içinde biriktirdiği nefreti kusacak bir “günah keçisi” bulmanın sevinciyle mantıktan çok duygularına göre hareket eden ve kendi fantezileriyle durumu daha da dramatikleştiren tüm insanlara ithaf ediyor bu filmi.
Aile olgusuna da sıkça gönderme yapılıyor filmde. Kalabalık ve huzurlu bir ailesi olan ve kasaba dışında yaşayan Lucas’ın yakın arkadaşı Bruun Lucas’nın masum olduğundan şüphe etmezken, kasabanın merkezinde içiçe ve gözgöze yaşayan diğer sakinlerin Lucas’ın pedofil olduğuna hemen inanması, yönetmenin haklı bir gözlemini anlatıyor olsa gerek.
Tempolu aksiyon sahneleri olmasa da, arada başa gelen bir oyun topu ya da ateş alan av tüfeği gibi efektlerle seyirciye bir an bile göz kırptırmayan “Av”, vermek istediği duyguyu seyirciye aksettirmekte oldukça başarılı. Seyredenin kendine “Lucas’ın ya da Klara’nın babasının yerinde ben olsam ne yapardım? ” sorusunu sormadan çıkamayacağı film, az bütçeyle de iyi film yapılacağının en güzel örneklerinden biri.
Sinema bir sanat mı yoksa eğlence mi?
İskandinav ülkelerinde ahlak anlayışı ve ifade özgürlüğünün geldiği noktayı düşünürsek, bu ülkelerde tecavüz, eşcinsellik, pedofili, ensest ya da diğer çarpık ilişkileri anlatan filmlerin bolca yapılması ve seyredilmesi anlaşılır bir durum. Ne var ki; Türkiye gibi bazı Müslüman ülkelerde bu vakaların günlük hayatın bir parçası olacak kadar sık yaşanmasına karşın, üzerine konuşulması bile insanların kolay kaldırabileceği bir durum değil. Üstelik bu gibi olayların İskandinav ülkelerinde Türkiyeye nazaran oldukça az yaşanmamasına rağmen, konunun ülke sinemalarına yansıma şeklinin tamamen zıt yönde olması da oldukça çelişkili.
Filmler insanı düşünmeye sevkedebildiği ve fikirlerde bir gedik açabildiği ölçüde sanat sayılmalı ve değer kazanmalıdır. Ne yazık ki günümüzün popüler sinemasında değer kriterleri; filmin yüksek gişe yapması, özel hayatıyla gündemde olan tanınmış bir simanın rol alması ya da bütçesinin büyüklüğüdür.
Çoğunluk (2010), Atlıkarınca (2010) ya da Mustang (2015) gibi cinselliğin estetik ya da hazmedilebilir olmayan hallerini yansıtan yerli filmler ancak film festivallerinde seyirciyle buluşabilirken, gerçek hayatta karşılaşamayacağımız karakterlerin absürd maceraları aynı anda onlarca sinema salonunda gösterilip, kapalı gişe oynayabiliyor. İnternetteki arama motorlarında bu tür filmler hakkında en çok merak edilenin sadece cinselliğin fiziksel olarak resmedildiği sahneler olması da manidar.
Lafın özü; 21. yüzyılda cinsellik konusunun artık daha çok ve özgürce tartışılması gerekirken Türkiye medyası daha çok bu konunun tabulaşması üzerine çaba gösteriyor. Çarpık cinsel ilişkiler kültürümüzde oldukça sık yaşanırken, cinselliği konu olarak işleyen filmlerin daha ziyade eleştiriye maruz kalması ya da tamamen görmezden gelinmesi de toplumumuzun yüzlerce ikiyüzlü kültürel özelliğinden sadece bir tanesi.