Yaşam bizi bir sürü sınavdan geçirerek ve ruhumuzun derinliklerine kadar sarsarak ilerlemesini sürdürüyor. Çoğu zaman bütün bunlarla nasıl baş edeceğimizi bilemiyor, yılgınlığa kapılıyor bir yerlerde kendimize destekler arıyor, sorunlarımızı bir an önce çözecek kurtarıcılar arıyoruz.
Birey yalnız, birey mutsuz…
Bu temel ihtiyaç ya da beklenti ister istemez o ‘kurtarıcıları’ da var ediveriyor.
İnsanlık bütün zamanlarda bir kurtarıcı beklemiştir. Bu beklentide her dönem bir karşılığını bulmuştur.
Şu bir gerçek ki doğanın ‘bedensel olarak’ en zayıf yaratıklarıyız. Vücudumuz iklim değişimlerine karşı çok hassas ve kırılgan. Ancak evrenin belki de en zeki yaratıklarıyız. Çünkü daha ortada bilimsel olarak kanıtlanmış hiçbir realite yokken felsefe yoluyla veya hayal ederek bugünkü teknolojik gelişmeyi yaratan bir beynimiz vardır.
İşte o beyin bizi belki de evrenin aynı zamanda en güçlü varlıklarına da dönüştürebiliyor. Ancak aklını, zekâsını kullanamayanlar için bunu söylemek her zaman çok kolay değil.
Şu bir gerçek ki çok zor bir zamanın içinden geçiyoruz. Ancak bu iki yüz, üç yüz, beş yüz, bin yıl önce yaşamış insanların hayatından daha zor bir süreç değil. Hatta o gün iletişim, bilişim, teknoloji bu kadar yaygınlaşmadığı için her şey çok daha ‘bilinemez’ bu nedenle de anlaşılamazdı.
Kuşkusuz o günlerde de insanlar ‘bu benim başıma neden geldi?’ sorusunu soruyordu.
İşte o tarihlerde bilinmeyene bir cevap, gönüllere ferahlık veren, geleceği gösterebilenler Mesih olarak ortalarda dolanıyordu. Ancak bilgi yoksunları daha fazla bilgiye sahip olanlar daha az olduğundan o küçük azınlığın içinden çıkan bir kişi kitleleri peşinden sürükleyebiliyordu.
İnsan inanmak ister. Doğa da boşluğu sevmez.
İnsan manevi dünyasını (içindekini) ne kadar boşaltıp, onun yerini doldurmadan yaşamaya devam etmeye çalışırsa aynen içi boş bir varilin başına geldiği gibi dokunulan yerden ses çıkacak, en küçük darbede de orası burası ezilecektir.
Şu bir gerçek ki bir dönem eski, gereksiz, geleneksel ve bir sürü hurafe ile dolu maneviyattan (içsellikten) kurtulmak gerekiyordu. Ancak bu algıya öyle bir yanılgıya dönüştü ki ne var ne yok her şeyin terk edilmesi halini aldı. Çünkü özgür birey doğmuştu ve tek başına yaşayacak kendisini kuşatan bütün zincirlerden kurtulacaktı.
İşte o birey bugün yalnızlıktan ölmek üzere
Maddi birçok olanağa sahip, iyi bir işi var, satın alma gücünü elde etmiş, bütün kararlarını kendisi veriyor. Ailesinden bağımsız ve uzakta yaşıyor.
Kurduğu ilişkilerin önemli bölümü o maddi dünyanın devamına yönelik ve pragmatik bağlardan oluşuyor.
Bir sürü evlilik yapıyor. Her şeyi tüketilen bir madde olarak görüyor.
Ancak içsel olarak tam bir zavallı; ruhunu tanımıyor, bilmiyor. Bu nedenle de doğanın kendisinden kaynaklanan mücadelelerin hepsinden yenik çıkıyor.
O zaman bir şeylerin yanlış gittiğini hissederek bunun arayışına giriyor. İçindeki boşluğu fark ettiğinde bu sefer onun içine geri beslemeler başlıyor. Ancak bu da kısa sürede etrafta ne var ne yok her şeyin oraya doldurulması, düzensiz bir şekilde istiflenmesine dönüşüveriyor.
En kötüsü de bunların maddi şeylerle mübadele edilerek elde edinilmeye çalışılması. Çünkü şöyle bir gerçeklik öğrenilmiştir. Her şeyin bir karşılığı ve bedeli vardır.
‘Ödersin, elde edersin, bütün yaşamın gizemini çözersin.’
Bir tarafta ödemeye gönüllü boşluğa düşmüş bir kişi ortaya çıkarsa, diğer tarafta da elbette bu boşluğu doldurmaya hevesli kişiler, gruplar olacaktır.
Şu unutulmamalıdır ki; çağımızın Mesihi bilgidir ve insanın kendisidir.