Elif Şafak’ın Firarperest’i; insanın kendi hayatını sorgulayıp farklı hayatlara doğru bir firar içine sokabilecek kitaplarından biri. Tadına doyulmaz, kimi zaman kışkırtıcı, kimi zaman sakinleştirici ama ruhu hep özgür kalan yazılar…
Elif Şafak
Yazar, ilk romanı Pinhan ile 1998 Mevlana Büyük Ödülü’nü aldı. Bunu Şehrin Aynaları ile Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü’nü kazandığı Mahrem (2000) izledi. Ardından her ikisi de çok satan ve geniş bir okur kesimine ulaşan Bit Palas (2002) ve İngilizce kaleme aldığı Araf (2004) yayımlandı.
Med-Cezir‘de (2005) kadınlık, kimlik, kültürel bölünme, dil ve edebiyat konulu yazılarını topladı. 2006’da senenin en çok okunan kitabı olan Baba ve Piç yayımlandı. Ardından aylarca satış listelerinden inmeyen ilk otobiyografik kitabı Siyah Süt‘ü (2007) yazdı.
Yirmiden fazla dile çevrilen romanları dünyanın en önemli yayınevlerinden Farrar, Straus and Giroux, Viking ve Penguin tarafından yayımlanmakta. Son romanı Aşk, Şubat 2010‘da Amerika‘da Viking ve İngiltere‘de Penguin tarafından The Forty Rules of Love (Aşkın 40 Kuralı) ismiyle yayımlanmıştır.
Yukarıdan da anlaşılabileceği gibi son dönem romancılığımızda önemli bir isim Elif Şafak. Aynı zamanda bir marka olarak da kabul görmüş olmalı ki 11’inci Marka Konferansı çerçevesinde “marka” ödülüne değer görülmüştü.
Firarperest
Firarperest, Doğan Kitap’tan çıkmış. 1‘inci baskısını 2010 Kasım ayında 50‘nci baskıyı da bir ay sonra Aralık 2010’da yapmış. Benim elimdeki nüshanın üstünde 100.000 yazıyor. 235 sayfadan oluşan kitapta aşk, intihar, evlilik, sokak hayatı, dostluk, kadın, mantık, tasavvuf, gezi, kardeşlik, babalar, oğullar, torunlar, okuma kültürü, yazar-okur ilişkileri, yalnızlık, roman, hırs gibi konularda yazılmış 64 deneme bulunuyor.
Şömizde, şömizin altındaki fotoğraf Mehmet Turgut’a ait. Kapağın tasarımını Uğurcan Ataoğlu yapmış. Kitapta farklı bir taraf daha var. O da, şömizde de kullanılmış olan, illüstrasyonlar. Bunları da M. K. Perker çizmiş. Çok güzel çizimler bunlar. Bu tür çizimler bir zamanların Sovyet Soyuz’unda çok kaliteli olarak basılan kitaplarda yer alırdı ve ülkenin en iyi çizerlerinin illüstrasyonları bu kitapları süslerdi.
Peki Firarperest’in çizeri M. K. Perker kim derseniz? Araştırdığımda Society of Illustrators‘ın tek Türk üyesi olduğunu öğrenerek gururlanıyorum. Adını The New York Times, The Wall Street Journal, The New Yorker’da çizdiği illüstrasyonlarla duyurmuş. Karikatür dünyasının Oscar’ı olarak bilinen, bu alanda en önemli ödül sayılan Eisner’a da aday olmuş. Kitap içeriğiyle değerli, ancak Kutlukhan Perker de çizimleriyle kitaba ayrı bir değer katmış.
Firarperest romanı ne anlatıyor?
Firarperest’in içeriği üzerinde duracaksak, ele alınan konular açısından insan ilişkilerinin başat konu olduğunu söylemeliyiz. Yukarıda sözünü ettiğim genel konular hakkında yazarın özgün düşüncelerini sizlerle paylaşmak istiyorum. Yazarın düşüncelerine ne kadar katılırsınız onu bilemem, ama değerlendirmeye alacağınıza eminim:
“İlişkilerimizin ahengi eskisi gibi değil. Kelime cömerdi, duygu cimrisi bugünün insanı. Konuşmaya gelince açıyor ağzını, duygulanmaya gelince tutuyor kendini. Zaman yok ya, hep bir telaş halindeyiz ya, bunca koşuşturma arasında kimsenin durup da duygulanmaya vakti yok.” (s.11 Anarşist Aşklar)
Yukarıdaki paragrafta “duygulanmaya vakti yok” ifadesi, ne kadar da kışkırtıcı aslında farkında mısınız? Sanki , “Şu an vaktim yok seninle uğraşamam!” demek kadar basit. Duygulanmak bu kadar mekanik, sıradan veya otomatik bir hal, cümleye göre. Yazar, bunu özellikle seçmiş olmalı, dünyamızda yitirdiğimiz en insani tarafımızı bize en çarpıcı biçimde vermek için. Bana şöyle geldi bu cümle: “Zaman yok ya, hep bir telaş halindeyiz ya, bunca koşuşturma arasında kimsenin durup da insan olduğumuzu hatırlamaya vakti yok.” Abarttıysam bu benim abartımdır. Kimse üzerine alınıp gücenmesin.
“Bütün meslekler insan ruhunu kemirir durur. Bir tanesi hariç: şairlik.” Böyle demişti Charles Baudelaire. Artık bu durum da değişti. Şimdilerde şairlik dahil bütün meslekler ruhumuzu kemirip duruyor, inceden inceden. Makyajla kapatıyoruz kemirilen yerlerin üstünü, ruhumuzdaki gedikleri, benliğimizdeki oyukları. Meşguliyetle, sosyallikle, unvanla, kariyerle, şan şöhretle kapatıyoruz. Ama alttan alta birçoğumuz aynı dertten mustaribiz:
Tamamlayamadığımız bir eksiklik duygusunu, azalmayan bir bezginliği sırtımızda un çuvalı gibi taşıyoruz. Monoton bir değirmentaşı günlerin akışı. Dönüyor kendi ritmiyle. Bizi o çarkın dışına çıkaracak bir aşk arıyoruz. Sıra dışı bir sevda. Ama gel gör ki ne Ferhat’ız dağları delecek, ne Simurg kuşlarıyız mavilikte kanat çırpacak. Hem gizliden gizliye masalsı ve destansı bir sevda arıyor hem de masalları ve destanları hayatımızdan satır satır siliyoruz.” (s.11-12 Anarşist Aşklar)
Kaçımız yukarıdaki paragraftakinden farklı bir hayatı yaşıyoruz. Bunlar çoğumuzun rahatını kaçıracak satırlar. Çünkü ne yüreğimize sahibiz, ne de duygularımızı engelleyebiliyoruz.
Yazımı “Büyük Aşk, Büyük Nefret” denemesinde anlatılan bir hikayeyle bitiriyorum:
“Anadolu’da bugün bile anlatılan eski bir aşk hikâyesi vardır. Ben bunu birkaç ayrı tasavvuf sohbetinde bambaşka insanlardan dinledim. Derler ki, vaktiyle Siirt Tillo’da bir tekkede mürit, tasavvufa gönül vermiş bir zat yaşarmış. Temiz, saf, güzel gönüllü bir genç adammış. Gel zaman git zaman âşık olmuş. Hem de sırılsıklam. Karşılık da bulmuş. Sevdiği kız da ona sevdalanmış. Evlenmişler. Mutlu seneler geçirmişler. Ne var ki bir zaman sonra karısı dikilmiş karşısına “Ben gitmek istiyorum.” demiş. “Şu yolların ardında başka ne yollar var görmek istiyorum. Sana âşık değilim artık. Bir başkasını gördüm, ona aktı yüreğim. Onunla uzaklara gitmek istiyorum.”
Mürit öfkeden deliye dönmüş. Aklından ilk geçen şey karısını öldürmek olmuş. “Bana yar olmayacağına göre kimselere yar olmasın.” diye geçirmiş içinden. Kapanmış eve, planlar yapmış kendince. Kimseyle konuşmaz olmuş. Derken bir sabah şeyhini kapıda beklerken bulmuş. “Hakiki âşık” demiş şeyh, “sevdiği insanın mutluluğunu ister. Âşık kişi, sevdiğinin mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koyar. Gerçekten seven insan, özgür bırakır. Sahiplenmek, hak iddia etmek, can almak, can acıtmak, aşıkların tutacağı yol değildir… Düşün. Düşün de öyle karar ver. Ve bil ki vereceğin karar, senin gerçek sınavındır.”
İşte o zaman mürit için çetin bir iç muhasebe başlamış. Günler, haftalar boyu nefsi bir yana çekiştirmiş, yüreği bir yana. Sonunda bir sabah fırlamış yataktan. Açmış tüm pencereleri, kapıları sonuna kadar. Işık dolmuş içeri, efil efil rüzgâr. Dönmüş karısına, “Dilediğin yere git.” demiş usulca. “Ben hakkımı sana helal ettim. Sen de bana helal et, öyle çık yola.”