Her şehrin anlamı, kişilere hissettirdikleri birbirinden farklıdır. Mardin de benim için kadim bilgeliklere giriş kapısı olduğundan dolayı, hayatımın en değerli yerinde tuttuğum bir şehirdir.
Türkiye’nin en batı ucunda doğmuş, büyümüş olmama rağmen Mardin dendiğinde her zaman daha fazla dikkat kesilmiş, bin bir gece masallarından fırlamış bu şehir ile ilgili hep araştırma yapmış, bilgi edinmiş, fotoğraflardan aşık olmuş, gidip orayı birebir yaşadıktan sonra aşkı daha da alevlenmiş bir gezginim.
Mardin’e gitme amacım sadece turistik bir gezi yapma değil o coğrafyanın ruhuna da girebilmekti. Merakım binlerce yıldır birçok medeniyetin, dinin, kültürün, insan topluluğunun kardeşçe ve nasıl sevgiyle yaşadığı üzerineydi. Bir keresinde Mungan ailesine mensup fakat İzmir’de yaşayan bir öğrencim “Babaannem, komşusunun Süryani mi, Arap mı, Kürt mü, Yezidi mi olduğunu bilmez, hem bunu sormak saygısızlıktır, komşu komşudur. İnsan sadece insandır.” demişti. İşte Mardin’e gittiğimde de gördüğüm manzara tam da öğrencimin bana anlattığı gibiydi. Oruç ayında Müslüman arkadaşlarını rahat ettirmeye çalışan Süryaniler, Noel zamanı İsa’nın doğumunu Ermeni ve Süryaniler ile birlikte kutlayan Müslüman Araplar, Türkler ve Kürtler vardı. Bu topraklarda gördüğüm en belirgin durum; beklentisiz kardeşlik, sevgi ve birbirine duyulan hoşgörüydü.
Mardin’de insanların sizi tanıyıp tanımaması önemli değildir. Her gittiğiniz yerde mutlaka kaçak çay ikram edilir, mırra tattırılır ve yolcu ederken de cebinize ya da elinize atıştırmalık bir şeyler sıkıştırılır. Terk edilmek zorunda bırakılmış hayalet köyleri, dağ eteklerine gizlenmiş kiliseleri, pırıl pırıl sevgi dolu gözlerle bakan çocukları, birbirine hoşgörüyle yaklaşan insanları; sanattan sinemadan, fotoğraftan, edebiyattan bahseden, kültürlü kendini geliştirmeye önem veren gençleriyle Mardin, birçok şehrimize örnek olacak niteliktedir.
Büyük şehirlerin koşuşturmacasına inat Mardin’de zaman yavaş akar. Gözümü ilk açtığım Mardin sabahında saatime bakmış ve 05:30 olduğunu görünce ne kadar dinç ve enerjik kalktığıma şaşırmıştım. Mardin’de zamanınız kısıtlı da değildir, acele yetişmeniz ya da yetiştirmeniz gereken her hangi bir durum yoktur. Koca bir günü doya doya yaşadığınızı hissedersiniz. Orada zaman iliklerinize kadar işlenerek yaşanır.
Ben Mardin’e gidip yeniden doğarak döndüm ve bu kent bana her sorduğum sorunun cevabını veren bir kent oldu. Nasıl bağlı isem kendi şehrim olan İzmir’e Mardin’e de öyle bağlandım daha bir kuvvetle. Gittim, gördüm, aşık oldum, hayran kaldım sandım hep oradaydım. Ne beni yabancı bellediler ne de ben kendimi yabancı hissettim yaşayanlarına, camilerine, kiliselerine, abbaralarına, evlerine, yollarına ve merdivenlerine.
Mardin bana nasıl dünya vatandaşı olunacağını öğretti. Tüm kimliklerinden arınarak insanı insan olarak sevmeyi değer vermeyi öğretti. Büyük şehirlerin içimde bıraktığı kiri Mardin’in Beyazsu çayında yıkadım. Mezopotamya ovasının uçsuz bucaksızlığına hayallerimi uçurdum. Mor Evgin kilisesinde bir dilek tuttum, dua ettim. Kasimiye Medresesinde yaratıcıya şükrettim.
Şimdi ise daha 4 ay önce geçtiğim o yollar daralmış, yangın yeri. Gözleri ışıl ışıl bakan çocuklar sessiz korku dolu. Sokakları şenlikli müzikli eski şehir ıssız, kapı önüne sandalyelerini atmış sohbet eden esnaf kepenkleri indirmiş kederli. Hoşgörünün kalbi kadim şehir ölüm sessizliğine boğulmuş beklemede. Gidip göremeyenler için belki Mardin çok uzak bir doğu şehri olarak görünebilir o yüzden de Mardin’i gidip görmeyenlere en güzel Murathan Mungan anlatır. Dedim ya “Mardin Murathan Mungan’dan daha bir güzel dinlenir” diye. Bırakıyorum şimdi sizleri kendisinin dizeleriyle:
bir dönüş biletiyle kırıldı gece
kırıldı mevsim
kalakaldık
birbirine bakan sunaklarda
zehiri giz olan otlar boyverdi
kırık heykel parçaları dağılmış ten
zaman tarihe geri çekildi
kalıntıları ne kadar ipucuysa bir antik kentin
o kadar biliyoruz nedenlerini ve sonuçlarını
ayrılınca adını aşk koyduğumuz o şeyin.
Diyarbakır’da yaşamın zorlukları