Her ne kadar akademik ve çözüm odaklı bir bildiri gibi görünmesine rağmen, satır aralarındaki ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı özü görmemek olası değil. Bu yumuşatılmış kutuplaşmanın karşısında Sedat Peker’in “oluk oluk kan” söylemi, ülke olarak uzlaşmadan ne kadar uzaklaştığımızın neredeyse manifestosudur.
Güneydoğu illerindeki ablukanın bir an önce son bulmasını talep eden 1100’ün üzerindeki akademisyen, “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bir bildiriyi Kürtçe ve Türkçe olarak yayınladı. Bildiride, Türkiye’nin kendi hukukunu ve taraf olduğu uluslararası anlaşmaların kurallarını ihlal ettiği belirtildi.
Akademisyenlerin bildirisi:
Tespit: “Türkiye Cumhuriyeti; vatandaşlarını Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de ve daha pek çok yerde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkum etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir.”
Tespit: “Bu kasıtlı ve planlı kıyım Türkiye’nin kendi hukukunun ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmaların, emredici kurallarının da ağır bir ihlali niteliğindedir. Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesini, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulandığı yerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini talep ediyoruz.”
Tespit: “Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını, hükümetin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasını oluşturmasını talep ediyoruz. Müzakere görüşmelerinde toplumun geniş kesimlerinden bağımsız gözlemcilerin bulunmasını talep ediyor ve bu gözlemciler arasında gönüllü olarak yer almak istediğimizi beyan ediyoruz. Siyasi iktidarın muhalefeti bastırmaya yönelik tüm yaptırımlarına karşı çıkıyoruz.”
Tespit: “Devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesini talep ediyor, bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak sessiz kalıp bu katliamın suç ortağı olmayacağımızı beyan ediyor, bu talebimiz yerine gelene kadar siyasi partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temaslarımızı durmaksızın sürdüreceğimizi taahhüt ediyoruz.”
Yaşam hakkı
Yaşama Hakkı, kişinin fiziksel varlığının sürdürebilmesinin güvencesini oluşturan insan hakkı. 4 Kasım 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesinde herkesin yaşama hakkının yasayla korunacağı, yasanın ölüm cezasını öngördüğü bir suçtan dolayı mahkemece verilmiş bir cezanın yerine getirilmesi dışında hiç kimsenin kasten öldürülemeyeceği belirtilmiştir.
Aynı maddeye göre öldürme olayı: Yasadışı şiddete karşı korunma, yasaya uygun tutuklama, tutuklu kişinin kaçmasını önleme, bir ayaklanma ya da isyanı yasaya uygun olarak bastırma olarak tanımlanır. Metnin ilk maddesine itiraz edilmesi dahi düşünülemez. Terör unsurlarının sivil halkı kendilerine kalkan olarak kullanması, bununla beraber bir çok masum insanın ölümüne yol açılması, sivillerin hangi taraftan ateşlendiği belirlenmeyen kör kurşunlarla öldürülmesi devleti sorumluluk altında bırakmaktadır. Bu sorumluluktan kurtulmak için terör mücadelesindeki insan unsuru odak noktaya konulmalıdır.
Bölge insanının maddi ve manevi zararların karşılanacağını devletin yetkili sözcüleri belirtmektedir. Fakat, katliam, sürgün gibi bir söylem uzlaşmanın dışında kavramlardır. Uluslararası gözlemci istemi ise “Üniter” bir ülkenin reddi anlamını taşımaktadır.
Her ne kadar akademik ve çözüm odaklı bir bildiri gibi görünmesine rağmen, satır aralarındaki ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı özü görmemek olası değil. Bu yumuşatılmış kutuplaşmanın karşısında Sedat Peker’in “oluk oluk kan” söylemi, ülke olarak uzlaşmadan ne kadar uzaklaştığımızın neredeyse manifestosudur.
Sedat Peker faktörü
Seçim öncesi Rize’de yaptığı mitingte “Oluk oluk kan akacak” söylemini, kendi sitesinden yayınladığı karşı bildiride gerçek bir kıyımdan söz ederek olası bir iç savaş söyleminde neler yaşanabileceğine vurgu yaptı:
“Bu sözde aydınlara ve akademisyenlere şunu özellikle söylemek istiyorum: Siz yatın kalkın bildirgenizde kötülediğiniz bu devletin polisine ve askerine dua edin. Sizler tüm dünyada yaptığınız algı operasyonlarınızla aşık olduğunuz teröristlerde ellerinde ki silahlarıyla Müslüman Türk’ün kutsal devletini eğer ki işlemez hale getirmeyi başarabilirse o zaman sizler için eyvah ki ne eyvah (Bu dediğime lütfen inanın çünkü çanlar o zaman sizin için çalacak.)! Devlet eğer ki bir gün işleyemez hale gelirse yani terör ve düşman ülkeler hedefine ulaşırsa bu vatanın evlatları yani kasap Ahmet’ler, bekçi Kemal’ler, bilgisayar mühendisi Yavuz’lar yani kısacası tüm vatan evlatları öncelik olarak dağlarda teröristleri aramayacaklardır.
İmza attığınız bildiriyi önlerine alacak, gerçek tehlikeli olanlar sizlersiniz diyerek lüks yerlerdeki iş yerlerinize gelecekler (Ancak rahat olun sizleri çocuklarınızın ve eşlerinizin yanında öldürmeyeceklerdir.) İntikamlarını dahi Müslüman Türk’e yakışır bir şekilde alacak ancak sizlerin kanlarıyla duş yapmayı da unutmayacaklardır. Eğer ki benim fikrimi sorarsanız; kendi can sağlığınız için siz bu devleti batırmaya uğraşmayın. Şu an dahi hayatta olabilmenizin tek sebebi, devletinin var olması ve ayakta durmasıdır. Yukarıdaki satırlarda söylediğim gibi teröristler, onların destekçileri sizler ve yabancı ülke istihbaratları kısacası hepiniz, hedefinize ulaşıp devleti işlemez hale getirirseniz şunu iyi bilin ki; bu vatanın evlatlarından asla merhamet görmeyeceksiniz.
Tekrardan söylüyorum; oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız!“
Sedat Peker’in bu söylemlerininin ardında devlet gücünün olduğunu akıllara getirmektedir.
Hem akademik çevrelerin, hem devletin, hem de kendine görev çıkaran dejenere olmuş insanların söylemlerinin dışında başka bir yol keşfedilmelidir. Bu yolun kapısını açacak olan da bağımsız Türk halkları olacaktır.
Yaşanmakta olan çatışma ortamının barıştan ne kadar uzaklaştığını Türkiye halkı görmemekte ısrar ettiği sürece, ateşin bir gün kendisini yakacağını anlamalıdır.
İlgili yazılar
Yılanların öcü: Ankara Kıyımı!