Cem Seymen’in biliyorum ki benim gibi takip edeni ve seveni oldukça çok. Ve biliyorum ki hoşa giden gitmeyen üslup ve konu başlıkları ile Türkiye’nin en sorumlu ve ender fertlerinden yalnızca bir tanesi. Bir mücadelenin adamı Cem Seymen. Tüm Türkiye tanımalı ve seyretmeli bu adamı.
“Toprakla, tarımla sorununu çözmeyen ülkeler gelişmeyi hayal dahi etmesinler.” (Cem Seymen)
Henüz tanımamışlar için Cem Seymen kimdir?
Ankara Bilkent Üniversitesinde Turizm İşletmeciliği eğitimi almış, City University of New York’ta Siyasal Ekonomi eğitiminin ardından da New York Üniversitesinde Televizyon Yayıncılığı eğitimi almış ve CBS, ABC ve NBC televizyonlarında profesyonel meslek seminerlerine katılmış. Öğrencilik yıllarında da New York Başkonsolosluğu’nda 6 yıl boyunca görev yapmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra pek çok yerel ve ulusal televizyon kanalında oldukça yararlı programlar yapmış ve ödüller almıştır. Aynı zamanda bunca başarısına, tutkusu olduğu edebiyatı eklemeyi de unutmuyor ve sınavlara girip Beykent Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden de mezun oluyor.
Cem Seymen, akademik geçmişinin yanı sıra kendine son zamanlarda çok daha önemli bir misyon edinmiş durumda: Toprak Devrimi…
Türk tarımına vurulan darbeyi tüm acımasızlığı ile ortaya koyuyor ve sürecin getirdiği acı gerçekleri ekrana yansıtıyor. Uygulanan tarım politikasının neden olduğu sonucu, nokta atışı ile ıskalamadan hedefe ulaştırıyor.
Tepkiler de alıyor, destekler de… Hatta günah keçisi ilan edildiği de oluyor. Ama o hiç vazgeçmiyor.
Vazgeçmiyor ve en gerçekçi soruları kendi soruyor ve en çıplak cevapları yine kendi veriyor. Bunu yaparken o kadar sade bir dil kullanıyor ki on yaşında bir çocuk dahi izlese bir fikir edinebilir. Maalesef eğitim seviyemiz artık o kadar diplerdeki, değil on yaşındaki çocuk!..
Benim Cem Seymen ile tanışma hikayemde CNN Türk‘te yapmış olduğu Para Dedektifi adlı programı ile oldu. Onu tanıdıktan sonra bu açığı kapatacak kadar geriye yönelik izledim ve okudum.
Cem Seymen programlarında, eğitim, ekonomi, tarım politikaları, teknoloji, tarih ve bilim olmak üzere birçok konuyu aynı program içerisinde harmanlayarak sunuyor bizlere ve bir taşla birçok konunun altını çiziyor.
Israrla ve ısrarla tarıma hak ettiği önemin verilmesi gerektiğini vurguluyor Cem Seymen. Bunu yaparken de Köy Enstitüleri modelini örnek alıyor; daha geç olmadan temennisi ile mücadelesini veriyor.
Toprağa oynanan oyunlar!
Cem Seymen’den öğrendiğim birkaç istatistikle ve birebir cümleleriyle devam etmek istiyorum yazıya sebep ve sonuç ilişkilendirmesi yaparak.
Sonuç 1: Son 2 buçuk yılda 1.7 milyon, son 10 yılda ise 6 milyon insanın tarımsal faaliyeti bırakarak büyük şehirlere göç ettiğini öğreniyorum.
Sebep 1: Avrupa Birliğine söz vermişiz çünkü tarım nüfusu önce %10 sonra %5 olacak. AB bastırıyor, ‘Türkiye’de tarım bitiyor’ diyerek, sebebi ortaya çıkarıyor.
Sonuç 2: Bu süreçte topraklar büyük şirketler tarafından çiftçilerden alınıyor ve toprağı olmayan insanlar büyük şehirlere göç ediyor. Sonrasında umduğu hayatı bulamadıklarında ve tekrar köylerine döndüklerinde Topraksız Köylü unvanıyla büyük şirketlerde günlük 40 TL karşılığında ırgatlık yaptıklarını belirtiyor.
Sonuç 3: Yani onlar için değişen bir şey yine olmuyor. Ve üstelik tehlikeli bir terim daha kazanmış oluyor Türkiye. Endüstriyel Tarım.
Sonuç 4: “3500 yıldır tarım yapılan bir coğrafyada, çeşitliliğin, zenginliğin, bereketin olduğu bu topraklarda 93 ayrı ürünü 108 ayrı ülkeden ithal eder durumdayız” diyor Cem Seymen.
Sonuç 6: “Türkiye’nin tarım ve hayvancılığa önem vermeyen devlet politikaları sonucunda tohum ve gıda ihtiyacı bakımından dışa bağımlı bir ülke haline geldik” diyor bir başka sonuçla.
Bu konuya sadece bir örnek vererek yeterli vurguyu yapabiliriz. İhtiyaçlar, nasıl mecburiyete ve çaresizliğe dönüşüyor, dönüştürülüyor.
Dünyanın en kaliteli domatesi
• 1980’lerden beri Avustralya’ya bile ihraç yaparmışız domatesi. Soma’da kömür havzaları, damarları bulununca karar verilmiş. Tarım o kadar da iyi getirisi olan bir sektör değil denmiş. Ve yavaş yavaş tarım bitirilmiş. İnsanların bu koşullarda madene inmelerinin sebebi şu: Garantileri yok, sosyal güvence altında değiller, sigortaları yok. Tarımda çalışıp parasını kazananı, ekonomiye katkı yapanı biz ekonomik eleman olarak görmüyoruz. Emeklilik şansını vermiyoruz. Bunu bir meslek olarak bile sınıflandırmamışız.
• Sosyal güvenceleri olmadığı için hiçbiri zaten Soma’da domates yetiştirmek istemezdi. Çünkü madene girenler ‘en azından sigortam var’ diyorlar; 60 yaşına geldiğinde eline 3 kuruş para geçmesini istiyorlar. Kim ister ki kömür madenine girmek? Ailesinden 5 tane erkek evladını kaybetmiş bir babayla konuştum. 6’ncısı yanındaydı, 14 yaşında. ‘Bak o da girecek’ dedi. ‘Engellemeyecek misin?’ dedim, ‘Nasıl engelleyebilirim?’ dedi, ’18 yaşına gelsin burada çalışacak’. Başka bir alternatifi yok. Orada tarım bitirilirken bir alternatif bırakılmazken domates yetiştirmesin de mutlaka burada çalışsın diye o hayata mahkum edilmiş insanlar.
Ve bu örnekle bir zamanlar dünyanın en kaliteli domatesinden de bahsetmiş oluyor Cem Seymen.
Sonuç 7: Yerli tohum ekiminin yasaklandığını, kullananlara ise 1 yıl hapis cezası ve 10 bin TL para cezası öngören yasalarla çiftçinin hibrit tohumlar kullanmaya mecbur bırakılmasının ciddi bir yanlış olduğunu söyleyen Cem Seymen, Birleşmiş Milletler raporlarını referans göstererek 2020 yılında dünyayı ciddi bir kıtlığın beklediğini vurguluyor.
Ve bakın bu konu ile ilgili yetkili kişinin (bakanın) ağzından alınan cevabın, çok kısa vadedeki ve Cem Seymen’in bu cevabı değerlendirmesi ve bilimsel bir gerçekliğe yer vermesi ile trajikomik sonucu:
Cem Seymen: Bakana diyorum ki kıtlık geldiğinde hibrit tohum satmadı bize bu ülkeler ne olacak?
Bakan: Avrupa’nın en büyük tohum bankasını kurduk. Satmasınlar, tohum bankasından bütün tohumlarımı çıkarırım bütün halkımı da beslerim!
Bilim insanları: Eğer toprakla buluşan tohum, iklim şartlarına uyum sağlamazsa kısırlaşır.
“Tohum sadece toprakta olur bankada olmaz. Değil Avrupa’nın, bütün Samanyolu’nun en büyük tohum bankasını kursanız, hiçbir faydası yok. Çünkü zaman geçiyor. Bütün bunlara uyum sağlaması gereken tohumumuzun toprakta olması gerekir” diyor.
Bakın konuyla ilgili araştırma yaptıkça neler öğrendim.
15 – 20 yıl öncesine kadar dünyadaki kıtlık tehlikesini en son yaşayacak ülkelerin başında geldiğimizi öğrendim.
Önemli Bir Not: Göbeklitepe’yi bu kadar eşsiz ve özel yapan nedir? başlıklı yazımda değinmemiştim ama şu anda tam zamanı konuya değinmek için. Şanlıurfa bölgesinde yapılan araştırmalarda elde edilen bulgular, yüzlerce genetik versiyonu olan buğdayın atasının ilk olarak Göbekli Tepe eteklerinde yetiştiğini ortaya çıkarmış. Yani biz neyi başarmışız tahmin edebiliyor musunuz? Ürünün atasını topraklarımızdan kazımayı başarmışız.
Nasıl mı?
Çok önceki yıllarda buğday üretimimizin Toprak Mahsulleri Ofisi’nin ambarlarının almadığını ve tepeler oluşturacak şekilde brandalarla depolandığını, fakat lüks yatlara sağlanan yakıt indirimleri gibi avantajların, Türk üreticisinden esirgenmesi ile meydana gelen pahalı tohum ve gübre ile ürün maliyetlerinin artırıldığını ve doğal sonuç olarak üreticinin belinin büküldüğünü ve daha ucuz diye buğday ithal edilerek ucuz fiyatla piyasaya verildiğini…
Dünyadaki en kaliteli şeker pancarının ve üretiminin bizde olduğunu ama yıllar önce kendi üreticimizden desteği çekip, üretim alanlarının kısıtlandığını ve bir Amerikan şirketine gerekli destek ve onay verilerek ülkemizde şeker kamışından şeker üretilmeye başlandığını öğrendim.
Dünyanın en meşhur tütününün bizde olduğunu da öğrendim. Öyle ki; Dünya Sigara Tekelleri kendi üretimlerine bizim tütünlerimizden karıştırarak piyasaya ürün sürüyorlarmış kaliteyi artırmak için. Ama yıllar önce yurt dışından ithal edilen bir başka tütün cinsinin daha verimli olduğunun söylenmesi ile bizim kaliteli tütünümüzün yok olduğunu ve dünya piyasasında da unutulmuş durumda olduğunu ve daha birçok örneğin de var olduğunu ne acı ki öğrendim.
“Tarım gerçeğini yok sayarak sanayileşme ve kalkınma olmaz”
“Verimli toprakları olan hiçbir ülke tarımı dışlayamaz. Bu, ülkesinin geleceğine darbe vurmak demektir. Tarım gerçeğini yok sayarak sanayileşme ve kalkınma olmaz kuralını unutmamak, bizi yönetenlerin görevi olmalıdır” diyor ve ekliyor:
“Türkiye’nin Sanayileşme yolunda ilerlerken son 15 senede 16 bin insan iş cinayetlerinde hayatlarını kaybetti. Korkunç bir tablo. İş güvenliği yok ve bunun maliyeti sizin aldığınız kömüre bile yansımıyor. Yani önceliklerimizi belirlememiz ve acilen karar vermemiz lazım. Hangi sektörün kime ne kadar zenginlik getireceğine karar vermemiz lazım. Ben yanlış bir karar verdiğimizi, tarım ve hayvancılığı çok fazla önemsemediğimizi düşünüyorum. Bu insanların tekrardan tarıma kazandırılarak Anadolu’da ciddi bir zenginlik yakalayabileceğimizi düşünüyorum.”
Cem Seymen, acilen yapmamız gereken şeyin tarım ve hayvancılığı desteklemek, köylüyü kalkındırmak olduğuna dikkat çekiyor.
Şehirlere gitmiş köylünün tekrar köyüne dönüp meralarında hayvan beslemesi ve toprağında her türlü ürünü yetiştirmesi gerektiğini belirtiyor. “Bunları da o kadar kaliteli yetiştireceksin ki sıkı denetim olacak. Ziraat mühendisleri, veterinerler Anadolu’ya yayılacak, memleket seferberliği bu, tek – tek kontrol edecekler üretilen ürünleri. Dünya standartlarının üstünde değerler üreteceğiz ve ‘Made in Turkey’ yazısıyla dünyaya ihraç edilecek” cümlesi ile çözüm önerisi sunuyor Seymen.
Ona hak vermemek imkansız.
Dünya ülkelerinin bizden hemen önce düşmüş oldukları bir çıkmazdı tarımın ikinci plana atılması ve anladılar ki tarım ayağa kalkmadıkça ülke ayağa kalkamayacak. Bir avuç topraklarıyla dünyaya açıldılar. Tarımın stratejik önem kazandığı bir dönemde Türkiye’nin tarımdan dışlanması inanılır gibi değil.
Göz göre göre aynı çukura düşmek mi gerek?
Üstelik bu kadar şanslıyken; coğrafi konum süper, toprak ana bereketli, mevsimler çeşit çeşit, sular coşkun akarken…
Aynı zamanda gelecekle ilgili kaygısını da dile getirmekte ve bir örnek vermekte geri durmuyor Seymen.
“Cumhuriyet tarihinin en yüksek dolar değeri ile karşı karşıyayız. Korkunç bir fakirleşmedir bu. Genç nüfusu bu kadar yoğun olan bir ülkenin dolar bazında borçlanması sizin geleceğinizin çalınmasıdır” diyor.
Türkiye’nin 2023 yılındaki ihracat hedeflerinin 500 milyar dolar olduğunu hatırlatan Seymen, bu hedeflerin tutmasının mümkün olmadığını dile getiriyor. Konu ile ilgili değerlendirmelerine devam eden Seymen, “Kendi kendimizi kandırıyoruz aslında. Bütün Cumhuriyet tarihi toplam büyüme oranlarına baktım, ortalama %5. Savaş, kıtlık, yoksulluk içinde yaratılan bir büyümeden bahsediyorum. Son 12 yılda (politik bir şeyden bahsetmiyorum) ortalama büyümemiz ise %4,9. Cumhuriyet tarihinin büyümesinin altında yani. Bizim dışımızda bir dünya var ve bizden daha çok büyüyor. Çünkü bilime, teknolojiye yatırım yapıyorlar” diyerek gidişatı özetlemiş oluyor.
Söylediği anlattığı her şey hayata dair güzel, çirkin, ilginç ve gerçek vb konular var ki benim geç kalmış pişmanlığımı yaşamadan tanıyın onu derim.
Çünkü her kapanış konuşması umut aşılıyor, her kapanış konuşması çözüm sunuyor, her kapanış konuşması bir ders içeriyor ve içinizde bir yerlerde kaybolan şeyleri çıkartıyor ortaya. Bir anda netleşiyorsunuz. Ekranın karşısındaki adam tüm kariyerine rağmen televizyoncu, ekonomist, turizmci falan filan değil, şefkatini ve sevgisini görünür kılan bir insan, en doğal en yavan haliyle.
Hedef kitlesi ise gençler. Her meslek grubundan, iş kolundan gençler. Eğitim düzeyi aşağıya çekilmesine karşı umutlu ve bir adım da olsa şevk vermek için sürekli onlarla söyleşilerde konferanslarda.
Biliyor ki onlara emanetiz ve önce onlar aydınlanmalı geleceğin mühendisi, eğitimli çiftçisi, politikacısı, bakanı, televizyoncusu, bilim adamı vb. olarak.
Cem Seymen’in hiç mi kötü bir yönü yok derseniz var elbet. Benim için yalnızca bir tane, o da henüz tanışmamış olmamız, sıkı bir takipçisi ve büyük bir hayranı olarak. İyi ki varsınız sizi seviyorum.