Gerçek yaratıcılık ancak düşünsel birikim ve etkinlik sonucu yeşerebilir. Düşünmeyle beslenmeyen, gücünü düşünmeden almayan bir yaratıcılık eninde sonunda tükenecek ve yok olacaktır.
Gücünü kendi entelektüel kapasitesinden değil, başkasının yaratımı ve yolundan alan yaratıcılık bir paste-copy gibi dışarıdan kopya çekmeye benzer, en önemlisi de bu yaptıklarının altını tecrübesiyle dolduramayan ve hesabını veremeyen bir esinlenme olur.
Uzun vadeli bir ekol, bir yol, kendimize ait bir gerçek yaratmak istiyorsak öncelikle bilgi birikimimizin yüksek olması daha sonra bilgimiz dahilinde o yolda yürümemiz ve tecrübeyle o şeyi içselleştirmemiz gerekir. Ancak bu şekilde özgün bir esinlenme elde edebiliriz. Tabi ki bu kolay bir şey değil, öncelikle okumaya ve düşünmeye vakit ayırmayı gerektiriyor. Özellikle de günümüz dünyasında insanlar kendileriyle kalmaktan bir ölüm kadar korktukları için yalnızlıklarını unutturacak boş kalabalıklara karışırken değerli tefekkür ve içsel yolculuk halini kaçırıyorlar.
Hal böyle olunca ilham almak için başvurdukları yer, kendi içsel kaynaklarından ziyade başkaları oluyor… Halbuki asıl ve en özgün cevher kendilerinde… Değerli Rus yönetmen, yazar ve aktör Andrei Tarkovsky’nin anlatmak istediğim konuya dair şu sözleri beni hep çok etkiler;
“Bilmem… Sanırım insanların yalnız olmayı öğrenmeleri gerektiğini ve kendi başlarına mümkün olduğu kadar çok zaman geçirmek için uğraşmalarını söylemek isterim. Bugünün gençlerinin hatalarından biri gürültü, bazen neredeyse agresif etkinliklerde bir araya gelme çalışmaları. Kendini yalnız hissetmemek için bu başkasıyla beraber olma arzusu bence çok talihsiz bir gösterge. Her insan çocukluktan itibaren kendiyle zaman geçirmeyi öğrenmeye ihtiyaç duyar. Yalnız olması gerekmez ama kendiyle kaldığında sıkılmamalıdır. Kendi kendine kaldıklarında sıkılan insanlar bana kendilerine verdikleri değer açısından bir tehlikenin içinde gibi gelir”.
Gerçek esinlenmeler
Bu görüş açısından günümüz toplumuna bakacak olursak gerçek esinlenmelerin neden az, copy- paste’ların neden çok olduğunu anlayabiliriz. Yeterince okumak, düşünmek ve tefekkür etmek için kendimizle kalmayan bir toplumuz. Bir okuma ve düşünme tembeli olarak yıldızı parlayanın peşinde olmamız bu yüzden, çünkü kendi içsel kaynağımızla buluşmak için yeterince emek vermiyoruz. Bu ise kendi içimizde yatan o muhteşem güzelliğe yapılan en büyük haksızlık… Ne çok beğeniliyor ve rağbet görüyorsa emeksizce o şeyin parfümünü baştan aşağı dökmek istememiz… Hiç o yolda yürümemişken tozunu dumanına karışmamışken özsaygımızı hiçe saymamız ama dışarıya bir o kadar gururlu durmamız…
Ben içte ne varsa dışarı o yansır diyorum, yani bir şey bize ait değilse o şey bizde hiçbir zaman parlamaz. Emek vermediğimiz hiçbir şey üzerimizde kalıbıyla durmaz, dursa bile uzun vadeli olmaz. Yetenek dediğimiz şey, başlı başına kendini geliştirmek ve kendi yolculuğuna sahip çıkmakla alakalıdır. Dışarıyı süslemekle değil, daha çok içeriyi keşfetmekle ilgili…
Günümüzde yaratıcılık deyince akan sular duruyor. İki yazı yazan, birkaç bir şey çizen herkes artık birer yaratıcı… Özellikle de son yıllarda bu kavramın popüleritesi inanılmaz artmış durumda. Belki de yaşadığımız bilgi çağıyla birlikte hepimiz artık bir şeyler üretmek ve faydalı olmak istiyoruz, bu iyi bir şey bence. Boş güzellik ve yakışıklılığın devrinin geçmesi bir arabesk döneminin sona ermesi gibi.
Çünkü aklı kullanmaya başlamakla arabesk dönemine bir son vermiş oluyoruz. Çözümcül düşünmek boş duygusallıkları silip atıyor. Bu ayrıntıyı da göz önüne aldığımızda herkesin kendini donatmak ve yetiştirmek istemesi kalıyor geriye. Fakat konu yaratıcılığı sorgulamak olunca günümüzün sosyal medyasının kopya çekmeyi kolay kılan hali çok yaratıcı makamıyla taçlanmışların bile bir yerlerden aşırdığını gösteriyor bize. İlham denilen şeyin biraz olsun ne olduğunu biliyorsak ilhamla, kopyayı rahat ayırt edebiliyoruz. Yapılan yapıtta gerçek bir içe doğuştan beslenilmişse çok özgün duruyor.
Yaratıcılıkla ilgili ho’ oponopono’nun yaratıcısı doktor Hew Len’in konuyla ilgili ilginç görüşleri bulunmakta. Onlardan biri de gerçek yaratıcılıkla esinlenmenin kendini arıtıp, kişinin kendi egosundan sıfır noktasına indiğinde gerçekleşebilen bir hal olduğu. İşte o zaman başlıyormuşuz gerçek ilhamlar almaya… Ho’ oponopono’nun yaratıcısı Hawai’li doktor Hew Len’in öğretisindeki bu sıfır noktası için sürekli arınmamız gerekiyor. Çünkü tanrısal kaynakla bir olduğumuzda sürekli arınma halini yaşıyoruz ve ancak bu şekilde saf bir alıcı haline gelerek yaratıcının içimizdeki sesini duyabiliyoruz. Bunun dışında olanların ise sadece zihinsel bir hatırlama hali olduğunu vurgulanıyor.
Gerçek yaratıcılığın içinde ruhsal arınmak ve çalışma olduğu şüphesiz.
Sürekli arınma halini yaşayarak an’da kalma sayımızı çoğalttıkça içimize doğan ilhamları da daha fazla duyumsayabileceğiz, bu rüyalarda bile olabilir… O zaman içimize doğanlar gerçek özden geliyor olacak, hatırlaması ya da kopyası olmayan… Kimsenin yaratımından beslenmeyen, başkasından kopya çekmeyen… Çünkü hayat tek kişilik, kaynağa güvendiğin ve ondan beslendiğin saf esinlenme hali… Herkesin hayatı kendinde özel olduğu gibi, bu yüzden esinlenmeleri de kendine özel…
Yeter ki o sıfır noktasında olalım, gerisini hatırlamayalım…
Kaynaklar:
- Zehra İpşiroğlu/ Tiyatroda Düşünsellik Dramaturgi’ ye Giriş/ Tiyatro Kültür Dizisi 15
- Zero Limit/ Joe Vitale/ Pegasus Yayınları/ 2015