Ankara’da karlı bir akşamdı… Hayatın güzelliklerini o hiç yaşayamamıştı. Daha doğduğu anda ilk tokadı atmıştı ona dünya. Hem de en sertinden, en can acıtanından.
Ankara’da karlı bir akşam
Karlı bir Ankara akşamında öylece terkedilmişti ıssız bir sokağa. Ölmesi mi istenmişti, yoksa bulunması mı? Güneşin yavaşça terk ettiği şehrin parıltılı ışıklarının yansımaları altında çöp toplayan biri tarafından bulunmuştu, çöp tenekesinin içinde. Soğuktan donmuştu. Gözleri kapanmış, taptaze vücudu yanmıştı. Batan güneşle birlikte o da bu dünyayı; bu bozkırlarla çevrili şehri, Ankara’yı terk ediyordu.
Son anda buldu onu Muharrem. Karlar içinde sessizce ölen bir canı bulduğunda, Ankara soğuğu ısıttı içini. Gözlerinden dökülen yaşlar yaktı canını. Çırılçıplak bedeni ile ölüm ile yaşam arasındaki noktada duran bu bir günlük can yaşamayı tercih etmişti. Çöpçü Muharrem onu bulduğunda yaşamak için direniyordu. Kaskatı kesilmiş küçücük vücudu hala yaşam mücadelesi veriyordu.
Muharrem atıverdi çok değerli el arabasını, ekmek teknesini. Aldı küçük masumu kucağına, canına en yakın yerine, yüreğine. Koştu, koştu… Ezbere bildiği sokaklarda durmadan, nefes almadan koştu. En yakındaki hastanenin kapısından girerken ölüyor sandı. Gözleri gözyaşları içinde, “Yardım” dedi. Sadece “Yardım edin” diyebildi.
O gece, o küçücük canı hayata döndürdüler. Çöpçü Muharrem çocuk benim olsun dedi. Ben ona baba, karım da ana olur dedi. Kabul etiler. Adını Zafer koydu. Zafer, hayattan ilk tokadını yerken aynı zamanda ilk zaferini de kazanmıştı. O, terkedildiği ölümden sessizce kaçmıştı.
Önce Muharrem öldü
Karlı kışlar, sıcak yazlar onu tüketmişti. Sırtında el arabası gezmediği sokak kalmamıştı. Elbette bu sokaklar onun ölüm yeri olacaktı, öyle oldu. Bir çöp tenekesinin yanında son nefesini verdi. Dayanamadı Meryem. Çok geçmeden kocasına kavuştu. Çocukları dört bir yana dağıldı.
Zafer de kendi yolunu bulmuştu. On dördüne geldiğinde manevi babası Muharrem kadar iyi bir çöp toplayıcısı olmuştu. Çocukluğunu yaşayamadan, top peşinde sokaklarda koşamadan, okul sıralarında ilk aşkını tatmadan, yaşadığı şehri bırakıp bir sahil kasabasına gidemeden, üstüne giydiği eskileri değiştiremeden, karlı Ankara sokaklarını karış karış bilirken önünde çöp tenekesini karıştırdığı o kafeye hiç giremeden, karın tokluğuna hayat mücadelesi verirken…
Ankara’da kanlı bir akşamüzeri
O gitti. Sessizce… Zifiri gece karanlığını parlak gözyaşlarıyla dolduran o gece, o da sessizce gitti. Oysa, kazandığı parayla Kızılay’a gidecekti. En hakikisinden bir döner yiyecekti. Soğuk bir ayran içecekti yüreğini serinleten. Cebinde ne varsa verecekti. Bir çay içecekti üstüne. Karlı Ankara sokaklarına inat içini ısıtacaktı. Geçmişini unutup bir an kendini insan gibi hissedecekti. Sevinecekti kebapçıya gelebildiğine, kebapçıdan çıktıktan sonra ne yapacağını düşünmeden. Gözlerinin içi gülecekti. Küçülmüş midesine sığdıramadıklarını sokak köpekleriyle paylaşacaktı. Kalan son parasıyla bir simit alacak, Güven Park’ta güvercinlerle paylaşacaktı. Başkalarının gülümsemelerine içinden eşlik edecekti, onlarla mutlu olacaktı, içindekileri paylaşmadan. Gözleri dalıp dalıp giderken, elleri ceplerinde geleceğe dair umut dolu hayaller kuracaktı. Kim bilir? Bu dönem, belki bırakmak zorunda kaldığı okula dönecekti. Kim bilir? Doktor olacaktı, avukat ya da mühendis. Belki de bir arkeolog. Canı ne isterse.
Hayalleri yarım kaldı. Cebinde yirmi lirası ile canı alındı. Ruhu, Ankara semalarına yükseldiğinde gidemediği dönerci ağladı. Güvercinler birden havalandı. Kanatlarında kan vardı. Sokak köpekleri ulumaya başladı. Zafer bir öldü bir canlandı. Zafer gitti… Zafer bir Ankara akşamında Muzaffer’e kavuştu. Hayallerini de götürdü, isteklerini de. Zafer, bir Ankara akşamında yine sessizce, yine kendince çekip gitti. Dönerci ağladı, güvercinler simitsiz kaldı, kanlı kanatlarını temizlemek için onlar da uzaklara gitti. Ankara sensiz kaldı. Sessiz, hiç kimsesiz. Terkedilmiş. Bir yangın yeri. Bir savaş alanı.