Gündelik hayatımızın bizi ele geçiren kısır döngülerinden özgürleşip, insanlık varoluşumuzun görkemli ve bize takip edilecek izler bırakan geçmişine birkaç dakika olsun durup bakabilmek. Bize bırakılan sırları keşfettik mi? Nerelerden gelip nerelere gidiyoruz? Ayak izlerini fark ettik mi? Sais; Atlantis’in battığı, Mısır’ın başladığı yer…
“Ben, İsis, hep olanım ve hep olacak olan; hiçbir ölümlü insan peçemi açamamıştır henüz.”
Sais tapınağının girişindeki İsis heykelinin üstünde böyle yazıyor. Son Mısır seyahatimde, Sais’e giderek bu yazıyı kendi gözlerimle görebilmek için bir özlem duymaya başladım. Aslında Sais’in adını hiç duymamıştım. Hollandalı ruhsal bir arkadaşım “Hiç Sais’e gittin mi” diye sorduğunda tabiî ki gitmediğimi söyledim ve hala gitmemiş olmama çok şaşırdı. Çünkü gerçeği ve sırları arayıp Mısır’da derinleşmek isteyenler buraya mutlaka gitmeliydi. Sonra yaptığım araştırmalarda ilk karşıma çıkan İsis’in yukarıdaki bu çarpıcı sözü oldu.
Tüm ezoterik bilgilerim ve bu konuyla ilgili okuduğum kitaplar zihnimde dans etmeye başladı ve kalbim daha önce hiç olmadığı kadar buraya gitme arzusuyla dolmaya başladı. Daha önce hiçbir bilgimin olmadığı bu tapınağa şimdi gitme zamanım gelmişti demek.
Kahire müzesinde yaptığım araştırmalar ve müzenin derin bilgilerle donatılmış rehberlerinden aldığım notlar, elimdeki tüm kitapları enine boyuna okuyup araştırarak, belgeleri üç ayrı dilde tarayarak kendi yorumumu da oluşturmuştum. Burası Atlantis’in battığı, Mısır’ın da başladığı yerdi ve bu kez tüm Mısır seyahatimin tek amacı Sais Tapınağı’na gitmek olacaktı.
Sais’e nasıl gideceğimizi Mısırlı dünyasal ve ruhsal rehberim Hosny ile araştırırken internetteki bilgiler, tapınağın Kahire’nin 150 km kuzeyinde, haritada meşhur delta bölgesinde, denize de 50 km yakınlıkta olduğunu ve araba yolculuğunun 3 saat süreceğini bildiriyordu. Sais’e tur yapan ve bizi oraya daha kolay götürecek bir organizasyon yoktu. Hosny bu yaşına kadar oraya gitmemişti, nasıl gidileceğini de bilmiyordu ve kara yolundan başka seçenek yoktu. Bizi özel yerlere götüren şoförümüzle telefonda anlaştık ve yolu incelemesini istedik. Çünkü Mısır’da turistik bölgelerin dışına özel şoförlerle bile çıkıldığında yolculuk zahmetli olabiliyordu.
Ertesi gün, 21 Şubat 2016, Pazar günü sabah erkenden yola çıktık. Ancak haritadaki ana yolun sonuna gelip turistik bölgenin dışına çıktığımızda, tali yollarda hiçbir yol işareti göremedik. Şoförün son anda nereye sapacağına karar veremeyip yanlış yollara girmesi yolculuğumuzu fazlasıyla uzatmıştı. Bu, onlarca kez durduğumuz, yine onlarca kez insanlara yol sorduğumuz, tarifleri bazen yanlış anlayıp, aynı yerde dolanarak ilerlediğimiz bir yolculuk oldu. Belli bir bölgeden sonra yol iyice kötüleşti, hız engelleri çok fazlaydı ve fark edilmeleri zor olduğu için sürekli ani frenlerle sarsılıyor, çoğu zaman derin çukurlara girip çıkıyorduk. Küçük bir molayı da sayarsak, Sais’e varışımız beş saati buldu. Şoför çok sakin biri olmasına karşın söyleniyor, yolun çok karmaşık ve uzun olduğundan şikayet ediyordu. Ona, “İyi ya işte, bir daha geldiğinizde yolu artık kolay bulursunuz,” dediğimde, “buraya ilk ve son gelişim. Bir daha ne bu yola çıkarım ne de buraya gelirim,” diye yanıtladı.
Burayı neden çok az kimse ziyaret ediyordu? “Yirmi beş yıllık turist şoförüyüm, bugüne dek hiç kimse benden Sais’e gitmemi istemedi. Hiç kimsenin bilmediği bu yerleri siz nereden buluyorsunuz” diye merak ediyordu. Bugünkü adı San el Hagar olan Sais’e neden hiç kimse gitmiyordu? Hosny, Giza’dan dışarı çıkmak istemeyen, oraya ait olan bir rehber ama bu şoförün buraya hiç gelmemiş olması ve internette de çok az bilgi olması beni fazlasıyla şaşırtmıştı.
Sonunda San el Hagar’a ulaştık, ancak şehrin dışında kalan ıssız Sais’i bulmak için yine bir uğraş verdik. Sais tapınak (mabet) alanına girmeden önce turist bekçi kulübesinin bulunduğu demir kapının önüne geldiğimizde uzun bir süre korna çalmak zorunda kaldık. Burada da kimse yoktu ve ancak uzun bir süre sonra içeriden yavaş adımlarla iki kişi çıktı.
Bir ziyaretçileri olduğuna epey şaşırmış halde, kim olduğumuzu sorup bilgileri telsizle bir yerlere bildirdiler. Bizden başka kimse yoktu. Kapıyı açarak yanımıza silahlı bir rehber verdiler. Hiçbir şeye dokunmamak, yerden hiçbir şey almamak konusunda uyarıldık. Fotoğraf makinemle hemen ilk gördüklerimi çekmeye başlamıştım ki, görevli fotoğraf çekmenin kesinlikle yasak olduğunu, bunun için özel izin almamız gerektiğini söyledi ve fotoğraf makinemi kendisine vermemi istedi. O anda tüm sevincim yerle bir oldu. Bu kadar zahmetle gelinen ve bu kadar özel olan bir yerden elimde hiçbir kanıt olmaksızın nasıl geri dönecektim? Makineyi görevliye teslim ettim, sıkıntımı kendime saklayarak başımı çevirip ilk taş harabelerin arasına doğru yürümeye başladım.
Hosny görevlilerle pazarlık için geride kalmıştı. İlk başta istenen dört yüz Euro sonunda dört yüz Mısır pounduna indi, ancak sadece birkaç hatıra fotoğrafı çekebilecektik. Sais rehberi bizimle her adımda beraber olacağı için hakkımı iyi kullanmalıydım, ancak Hosny görevliyi lafa tutarak başka yerlere yönlendirdi ve böylece birçok fotoğraf çekme imkanım oldu. İnternette Sais’le ilgili fotoğraf ararken sadece bir tek lotus sütün başı bulmuş, başka hiçbir şeye rastlamamıştım. Bu nedenle burada çektiğim fotoğraflar gerçekten kıymetliydi.
Dünyasal çekişme bittikten sonra Sais’in içinde adım adım ilerledik. Çok geniş bir alana yayılıyordu ve turistlerin buraya neden rağbet etmedikleri açıktı. Diğer turistik yerlerdeki otel veya gemilerinden çıkıp dokunabilecekleri kadar yakın bir mesafede Karnak ve Luxor gibi muhteşem tapınaklar varken, sadece parçalanmış sütün ve heykelleri görmek için beş saat yol tepmeyi, bir o kadar yolu tekrar geri dönmeyi kim göze alabilir.
Dünya gözüyle bakıldığında çok az insana hitap eden bu yer, kadim tarih için çok önemli bir yer. Çünkü Sais tapınağı Thot’ un Atlantis’ten gelip kurduğu ilk mabet. Burada Mabet sözünü kullanmayı tercih ettim, çünkü fark ettim ki Arapça da “mabet” diyorlar, Türkçede de kullanılan “mabet” sözü Arapça, ayrıca Türkçe sandığımız yüzlerce kelime de Arapça kökenli. Burada uzun zaman geçirince bunu çok iyi fark ettim.
Kadim tarihin en gizemli karakteri: Thot
Osiris’in öğrencisi olarak bilinen Thot’un günümüzden yaklaşık on altı bin yıl önce beraberinde bir güçle Atlantis’ten gelerek Nil deltasına çıktığı kabul ediliyor. Thot’un diğer bir ismi de tarihte Hermes olarak geçiyor. Thot burada bir Atlantis kolonisi kurarak Osiris dinini Mısır’da yaymaya başlamış. O zaman, bugün anladığımız gibi bir din olup olmadığı tam olarak bilinmiyor ancak yüksek rahiplerin doğaya ve kendilerine hükmedebildikleri biliniyor. Sırlarına doğru bir yolculukta, evrenden gelen enerji ve frekansları bizden çok daha iyi bildikleri mümkün görünüyor.
Thot/Hermes’ten Mısır’ın ünlü Ölüler Kitabı’nda “İlahi kelamın efendisi ve ilahi sırların sahibi” olarak söz ediliyor. Tanrı Thot gizli bilgilere sahipti ve bu bilgileri Atlantis’ten getirmişti.
Thot kendi kitabında ise Osiris’in mezarının Sais’te olduğu yazmış. Thot’un bu kitabını bulup okuyan var mı ya da şu an nerededir, bilmiyorum. Ancak tüm dillerde bu ünlü kitaptan söz edilmiş. Bu konuda yazanlar, bu kitaptan sızan bazı bilgileri kaynak olarak kullanmışlar. Tüm araştırmacılar ve yorumcular da sanki kendileri bizzat okumuş gibi, bu kitaptan söz edip alıntıları paylaşmışlar. Şu an elimizde fazla yazılı papirus ve tabletler olmadığı için ortak paylaşımlı bu bilgileri taradım, bir araya getirdim ve elimizi sürmenin yasak olduğu Sais’in taşlarına dokunarak, hissederek bunları birleştirmeye çalıştım. En azından şimdi hem görsel etki hem de duygular devreye girmişti.
Toth, bilgelik, zaman, akıl ve yazının tanrısı olarak biliniyor ve Toth’un kitabı kadim Mısır tarihinde de birçok kez ortaya çıkıyor.
Thot, en fazla yazıyı bulan tanrı olarak tanınıyor. Yazıyı bulup o günkü krala gösterdiğinde, kral yazı yüzünden insanların hafızalarını kullanmaktan vazgeçeceklerini söylemiş. Bu gerçekten böyle ise, o zaman bundan Atlantis’te yazı kullanılmadığı anlamı da çıkartılabilir. Belki telepati yoluyla iletişimde çok ileri seviyedeydiler ve beyin kapasiteleri gördüklerini kaydetmede çok gelişmişti. Böyle olmasaydı Thot için, yazıyı Mısır’a getiren tanrı demek daha uygun olurdu. Oysa Thot’dan daima yazıyı bulan tanrı olarak söz edilir. Bulduğu bu yazı ile kitabını yazmış ve zaman içinde kitap kaybolmuş, tüm tarih boyunca birçok kişi kitabın peşine düşmüş.
“Nefrekeptah bana gelip Thoth’un Kitabı’nı uzattı ve onu ellerime aldım. İlk sayfayı okuduğum zaman gökler, yer, uçurumlar, dağlar ve denizler üzerine hükmetme gücü kazandım, ben de kuşların, hayvanların dillerini anlayabiliyordum. Sonraki sayfayı okudum. Güneş’i, Ay’ı ve yıldızları ve tanrıları görerek onların gizli bilgilerini anladım.”
Mısır tarihinde kitabı ele geçirip okuyan Nefrekeptah ve karısı Ahura bunu hayatları ile ödemişler.
Zamanın firavunu, onları Toth’ un kitabıyla birlikte bir mezara gömmüş ve girişini kumlarla örtmüş. Bir rivayete göre Osiris’in yeryüzünü yönetmek üzere döneceği güne kadar mezarı kimse bulamayacakmış.
Herkesin ele geçirmek istediği kitap, insana tüm doğaya hükmetme gücünü ve tüm hayvanların dillerini öğretiyormuş. Paris’te yayınlanan Turis papirüsü de Thot’un kitabından söz ediyordu. Bu papirus büyülü bir entrikayla firavuna karşı bir komployu anlatmaktadır. Yakalananlar korkunç bir şekilde cezalandırılmış ve Firavun Thot’un kitabını yaktırmış. Ancak bu kitabın daha sonra Mısır tarihinde II. Ramses’in oğlu Khaunas’ın ellerinde tekrar bir kez daha sahneye çıktığı biliniyor.
Engizisyon mahkemeleri ise Thot’un kitabını yaktığını birçok kez söylemiş. Sürekli yakıldığından söz edilen kitap, sanki küllerinden tekrar doğarak çeşitli zamanlarda yine ortaya çıkmış.
Thot’un kitabından cümleler tarih boyunca birçok yerde kullanılmış. Sonuç olarak bu kitap ya da kitaba ait parça metinler, ya da kopyaları elden ele dolaşmış ve kitabın yüksek enerjili bilgilerini anlamayan ya da yanlış yorumlayanların başına kötü olaylar gelmiş. Şimdi bu kitap nerede? İskenderiyeli bilge kadınlarının ellerinde olup, daha sonra yakılan kitaplardan biri mi acaba?
Bu kitapta bizim bilgi ve bilincimizle anlayamayacağımız sırlar neydi? Klonlama bilgileri mi? Sonsuz yaşam veya DNA ve sarmallarına yapılan müdahale mi?
Mısır Ölüler Kitabı’ndan bir alıntıda şöyle yazıyor; “Ben Thoth’um… Gök yüzünün rehberi, dünyanın ve ölüler diyarının ve bütün ulusların ve halkların yaratıcısı. Söylediğim sihirli sözcüklerin kudreti aracılığıyla gizli yerlerde olan O’na havayı verdim.”
Asklepius metni, Thot’un kitabındaki bilgiden şöyle söz ediyor: “Geçmişte atalarımız olan Tanrılar, yaratma sanatını biliyorlardı. Heykeller yaptılar ama onlara can veremediler. Kitaptaki bilgiler aracılığıyla şeytanların ve meleklerin ruhlarını çağırıp onları bu heykellere yerleştirdiler. Bu bilginin kökeni Mısır’dan önceki bir uygarlığa kadar uzanır. Onlar Libya’nın ötesinde bir yerde yaşıyorlardı.” Asklepius’a göre bu uygarlık Atlantis’tir.
Mısır’da, Horus’un doğuşuyla ilgili betimlemede ise Thot’a yardım eden iki doğum tanrıçasının birer DNA iplikçiği tuttuklarını gösterir. Kadim resimde DNA’nın çift sarmalı birbirinden ayrılmıştır. Bu resimde Thot’un genetik bilgilere sahip olduğu ve bunları uyguladığı anlamı açıktır. Abidos’ta başka bir duvar resmi Thot’u ölen firavuna, yaşamı temsil eden Ankh sembolünü verirken, ondan iki ayrı DNA iplikçiği aldığını göstermektedir.
Günümüze dek ününü koruyan Thot’un kitabı, en gizemli kitaplardan biri ve belki de Sais’te bir sütunun altında, bilinmeyen bir yerde tekrar ortaya çıkmayı bekliyor.
Osiris bilgeliği ve sırlar
Thot’un ünü, onun bilgilerine ve sırlara ulaşmak isteyenleri Sais’e çekiyordu. Sais tapınağı binlerce yıl önce Atlantis’ten gelen yüksek rahiplerin bilgilerinin ilk kez seçilmiş ve elenen adaylara aktarıldığı yer olarak biliniyordu, diğer tüm tapınaklar daha sonra yapılarak buradaki bilgi ve bilgelik oralara taşınmıştı.
Sais’teki bilgilerin varlığından haberdar olan hevesli adaylar tapınağının kapısına gelirlermiş. Osiris rahipleri, onlara kim ve nereden geldikleri konusunda sorular sorup, kendi ilk ön değerlendirmelerini yapıyorlardı. Daha sonra, yine Mısır’ın “Ölüler Kitabı”ndaki alıntılara göre, Sais tapınağında yapılan inisiye ritüellerinde rahip adayı gözleri bağlı olarak İsis’in yüzü örtülü bir heykelinin bulunduğu mabet kapısına getiriliyordu. Burada adaya, İsis’in yüzünü şimdiye dek inisiye olmamış hiç kimsenin göremediği belirtiliyor ve geri dönmesi için hala şansı olduğu söyleniyordu. Gizli bilgilere ulaşmayı arzulayan bu adaya bir çıkar umarak geldiği takdirde, bulacağı şeyin ölüm olacağı açıklanıyordu. Başrahip, gerçekleri arayan bu yabancı adayın arzusunda samimi olduğunu saptamışsa o zaman kendisini izlemesi söylüyordu. Tapınağın ilk giriş bölümünden geçip, dikili taşlar ve sfenkslerle donatılmış bir yolu izleyerek mabedin içine doğru yürüyorlardı.
Şimdi ben de Sais tapınak alanında oldukça fazla dikili taş görüyorum. Hepsi yıkılmış ve birkaç parçaya bölünmüş. Dikili taşlar acaba Atlantis’te de var mıydı? Çünkü burada yapılan her şey Atlantis’ten getirilen bilgi ve deneyimin ilk yansımaları olmalıydı. Ellerindeki tek bilgi Atlantis bilgisiydi ve lotus başlı sütunlar, dikilitaşlar, aslanlar… Bunlar hep Atlantislilerle gelen kültürdü.
Daha sonra adaylar için olasılıkla çok görkemli ve muhteşem olan bu yolu büyük bir kapı kesermiş. Kapının önünde duran başrahip adaya, “Atlantisli rahip Thot’un gördükleri ve öğrencilerinin de bize ulaştırdıkları şeyler bunlardır” diyerek şöyle devam edermiş:
“Gizli öğreti kapısı buradadır. Yabancı, şu iki sütuna iyi bak. Kırmızı olan, insanın Osiris ışığına doğru yükselişini, siyah olan ise insanın madde içinde hapsoluşunu sembolize eder. Gizli sırlara ulaşmayı isteyen, hayatını ortaya koyar. Zayıfların elde edeceği şey ölümdür, güçlüleri bekleyen ödül ise ölümsüzlüktür. Bu kapıdan birçok ihtiraslı kişi içeri girmiş, ancak hiç biri dışarıya canlı çıkamamıştır. İyice düşün ve seni bekleyen tehlikeleri göz önünde bulundur. Cesaretin yoksa denemekten vazgeç. Bu kapı üzerine bir kez kapandı mı, bir daha açılmaz. Korkuyorsan, içeri girmeden bizimle geri dönebilirsin.”
İncelediğim başka kaynaklarda bu inisiyasyonun büyük piramit Keops’un içinde de yapıldığından ve orada gizli yer altı galerilerine açılan bir kapının önünde, elinin altında kapalı bir kitap bulunan İsis heykelinden söz ediliyor. Ancak Sais, Mısır’a gelen Atlantislilerin yaptığı ilk tapınaksa, bu gizemli ritüel muhakkak daha sonraki binyıllarda diğer tapınaklara da taşınacaktı.
İnisiye olacak adaylar önce bedensel temizlik ve arınmadan geçirilip daha sonra zihinsel çalışmalara geçirilirdi. Zihin genişliği ve duygusal soyluluk çok değerliydi.
Osiris Mabedi’nin başrahibi, inisiye adayına Thot’un Kitabı’ından, “Işık Kelam Öğretisi” olan, evren ve ruhla ilgili bilgileri aşamalı olarak anlatmaya başlardı. Her seferinde anlattıklarının perdesini biraz daha açar ve sonunda adayın bazı sırları kendisinin keşfetmesine rehberlik ederdi.
Daha sonra eğitimci rahiplere teslim edilen adayların burada bir süre kalıp ruh arındırma çalışmaları yapmaları gerekiyordu. Çeşitli kademeli sınavlardan geçen adaya rahipler eşlik ediyor ve onları yönlendiriyordu. Birçok ürkütücü, tehlikeli sınavlardan ve dehlizlerden geçerken, derinlerden bir ses “Bilim ve kudrete göz dikenler burada yok olurlar” diye uyarılarda bulunuyordu. Bu yorucu ve bezdirici sınavlardan sonra, sıra su ve ateşle sınanmaya geliyordu. Bu sınavlar oldukça uzun ve zaman alırken, yirmi ila kırk yıllık bir eğitim ve sınanma zamanından söz ediliyor. Başrahip tüm bu eğitim sürecini bitiren adaya şöyle diyordu:
“Bu noktaya kadar gelmeyi başaran sen, büyük sırların da eşiğine gelmiş oldun. Bundan önce sana verilen sırlar küçük sırlar, İsis’in sırlarıydı. Şimdi ise, büyük sırları, yani Osiris’in sırlarını elde edeceksin.
Tanrı Osiris, kendisi, karısı İsis ve oğulları Horus’tan oluşan bir üçlemedir. Osiris, yaşamın kendisinden doğduğu kutsal babayı, İsis onun dişil ve üretken yanını, Horus ise İlahi Kelam ve maddi âlemi simgeler. Tanrı bir bütündür ve tektir. Bu üç kişilik bölünme zaafın değil, mükemmelliğin ifadesidir. Bu yüce varlıktan çıkan insanlar da birer ölümlü tanrıdır. Yüce tanrı mertebesine ulaşmalarına çok az kalan Kamil insanlar ise, ölümsüz insanlardır. İlahi düzende hiçbir şey küçük olmadığı gibi, hiçbir şey de büyük değildir. Ne mutlu bu sözleri anlayabilene. Çünkü bunu anlamak demek, yüce sırlara sahip olmak demektir. Bu sırları kalbinde sakla ve onu ancak kendi eserlerinde ifşa et.”
Bu sözlerden sonra yeni üstada, özel kıyafeti giydirilip yemin ettirilirdi. Eğer yeni üstat Mısırlı ise yönetici rahip olarak mabette görev yapar, yabancı uyruklu ise, bu bilgileri kendi ülkesine aktarmak üzere geri gönderilirmiş.
Acaba bu ritüelden kimler geçti? Birçok kaynağa göre bu kişilerin arasında Herodot, Pisagor, Eflatun ve Orfe ve hatta Musa’nın olduğu söyleniyor. Bir diğer rivayete göre İsa’nın da Sais, ya da Sais’in yansımaları olan Delfi gibi başka bir mabetten tüm gizli sırları öğrendiği, ülkesine dönerek orada toplumun bilinç ve bilgi seviyesine göre bu bilgileri sadeleştirerek anlatmaya çalıştığı varsayılıyor.
Mısır’a Atlantis’ten gelen bu ”Gizli Bilgiler”in özü hiçbir zaman tapınak dışına yayılmamış ve rahiplerce titizlikle korunmuş. Kutsal emanetler olarak saklanan bu bilgilere sadece rahiplerin seçtikleri çok az sayıdaki inisiyeler ulaşabilmiş.
Dokunmalık Sais Tapınağı
Şimdi ben de bu kapının önündeyim. Sol tarafımda İsis’in heykeli duruyor. Siyah granitten yapılmış, ancak rehber bilgi vermese tanımak çok zor. Sadece hiyeroglif yazı belirgin, İsis’e ait tüm beden ve yüz bölümü artık yerinde değil. Buraya gelmeden önce internette yaptığım araştırmada bu heykele ait gizli bilgilere başvurularak ve hayal gücü kullanarak yapılmış bir heykeli var.
Bu temsili heykelin nerede olduğuyla ilgili bir bilgi yok ancak buradaki orijinaline yakın yapılmaya çalışılmış. İsis’in peçesi inisiye olup sırlara erişmemiş ve gerçeğin bilgisini almamış olanların kendisine ulaşamayacağını temsil ediyor. Sais mabedinde inisiye olup gizli varoluş sırlarına ve ölümsüzlük bilgilerine ulaşmayı arzulayan adayların ilk geçecekleri yer burası. Biraz ilerde aslanlı tünelden sonra artık geriye dönme hakları olmayacaktı.
Taş tabletler ve papirüsler efsaneyi teyit ediyor
Tüm bu bilgiler araştırmacıların ve gizli bilgileri hala ellerinde tutanların yazılı kaynaklarından, taş tabletlerden bir araya getirilmiş ve hepsi de birbirini doğruluyor.
Sais hakkında somut bilgiler birçok belgede var. Örneğin Girit’te Arkeolog Schliemann tarafından bulunan bir tablette şöyle yazıyor: “Mısır’lılar, Misar’ın soyundan gelmektedir. Misar tarih tanrısı Thot’un çocuğuydu. Thot ise Atlantis’li bir rahibin göçmen oğluydu, ilk mabedini Sais’te kurdu ve anavatanının bilgeliğini öğretmeye başladı.” Bu tablet Atlantis’lilerin Mısır’a gelişini açıkça doğrular nitelikte ve bugün Mısır olarak bildiğimiz ülkenin adını Misar’dan aldığını da vurguluyor.
“Mısır” olarak bildiğimiz bu ülkenin, ülke içindeki orijinal ismi Mısr’dır, bunun besin olarak bildiğimiz “mısır” bitkisiyle ilgisi yoktur. Bu bir dil sürçmesidir ve Mısr, Misar ve Thot ile bağlantılı olduğunu, ülke ismiyle bugüne dek yaşatmıştır.
İkinci hanedan, firavun Sent dönemine ait bir başka papirüste: “Firavun Sent, Atlantis izlerini araştırmak için, Batıya bir araştırma ekibini gönderdi. Mısırlılar 3350 yıl önce beraberlerinde ana vatanlarının tüm bilgeliği olduğu halde oradan gelmişlerdi.” Bu da Mısırlıların da kendi geçmişlerini araştırdıklarını gösteriyor ki 3350 yıl geriye gidip o günkü teknolojiyle bilgi bulmaya çalışmışlar.
Buna benzer başka yazılı kayıt da Herodot’ a ait: “Şimdi, birçok mucizeyi içinde barındıran ve her şeyden önemlisi bu ülkeye özgü tarifi imkansız eserler sunan Mısır hakkında konuşacağım. Mısırlılar, batı ülkelerindeki atalarının yeryüzündeki en eski insanlar olduklarını söyleyerek övündüler.”
Atinalı filozof Eflatun, Atlantis efsanesini kaleme alan ilk kişiydi. Eflatun bilgilerini “Diyaloglar” adıyla yazdı. Birinci diyalog Timaeus, ikinci diyalog, Critias ya da Atlantik’tir. Eflatun bu iki yazıda Atlantis kıtasını ve gelişimini sonuna dek ayrıntıları ile açıklar.
Eflatun bu eserlerinde Solon’dan söz ediyor: ” Atinalı Solon, İ.Ö. 6. Yüzyılda yaşamıştır. Solon eski Mısır’ı ziyaret eder ve Sais Mabedi rahipleriyle görüşür. Bu Mısır rahipleri Solon’a Yunan ve Mısır uygarlıklarının henüz bir çocuk kadar genç olduklarını, ama asıl insanlığın altın çağının kendi zamanlarından 9 bin yıl önce sulara gömülerek yok olan Atlantis Uygarlığı olduğundan söz ederler. Solon bu açıklamaları şaşkınlıkla ve ilgiyle dinler ve ilk kez bir batılı Atlantis’in varlığını efsane biçiminde bile olsa öğrenmiş olur.”
Sais’li rahipler Solon’a anlatırlar; ” Solon, siz Helen’ler hep çocuk kaldınız, aranızda yaşlı bir adam yok. İnsanoğlu defalarca yükseldi ve çöktü, çeşitli nedenler yüzünden, ateş ve suyun etkisiyle kıyametler oldu, aralarda da birçok daha küçük çapta yıkımlar yaşandı. Tufan’dan sonra uzun bir zaman geçti, kuru ve yüksek yerlerde, kıyılarda ve nehir kenarlarında yeniden yaşam başladı. Öte yandan, Tufan’ın nedeni, Tanrıların dünyayı temizlemek istemesiydi, geriye sadece dağlarda yaşayan çobanlar ve köylüler kalmıştı. Sizinkine benzer şehirler suların altında kaldılar. Ey Solon, bildiğiniz tarih çocuk masalı bile değildir.”
Gerçeğin araştırılmasının Tanrı’nın isteği olduğunu söyleyen Yunanlı tarihçi yazar Plutark ise Solon’un Hayatı adlı eserinde şunlar söyler: “Solon Mısır’a gittiğinde Sais, Psenfis ve Heliopolis rahiplerinden olan Suçis kendisine, Mısır’lılarla batı ülkeleri arasındaki ilişkilerin 9000 yıldır kopuk olduğunu anlattı. Çünkü Atlantis’in depremler, ötedeki bir ülkenin de tufanlar sonucu yıkılması sonrasında çamurlar, denizi geçit vermez bir hale sokmuştu.
Atlantis’ten Mısır’a…
H.S. Santesson “Understanding Mu kitabında Atlantis’ten şöyle söz eder: “Atlas soyundan gelenler, Atlantis’e hâkim olmayı sürdürdüler. On bölge yöneticisi, birbirlerinden sadece askeri olarak ayrılıyorlardı. Atlantis krallarının her biri kendi ülkesinde hükümdardı, ama hepsi merkezi adadaki Poseidon tapınağında dikili, Orisalk’tan yapılmış bir sütuna, ilk on kral tarafından kazınmış bir işarete itaat ederlerdi.
Atlant krallarının ilk yasası, birbirlerine karşı silah kullanmamak, saldırıya uğramaları halinde birbirlerine yardım etmekti. Atlantis’in doğal kaynakları adeta sınırsızdı. Kıymetli madenler çıkarılıyor, kokulu bitkilerden kokulu özler damıtılıyordu. Köprü ve kanal ağı, ülkenin çeşitli bölgelerini birleştiriyordu. Kıtanın altında bulunan taş ocaklarından çıkarılan beyaz, siyah ve kırmızı taşlar, evlerin ve diğer yapıların inşaatında kullanılıyordu. Her bir araziyi çevreleyen duvarlar yapıyorlar, bu dış duvarlarının kaplamasında bakır kullanırken şehrin iç duvarlarını orisalk, orta duvarları ise kalayla kaplıyorlardı.
Merkezi adada kurulmuş olan şehirde saraylar, mabetler ve halka ait diğer binalar yer alıyordu.
Merkezde altın bir duvarla kuşatılmış bir mabet bulunuyordu. Bu mabet Kleyto ve Poseidon’a adanmıştı. Bahçe ve koruluklarda sıcak su kaynakları akıyordu. Çeşitli tanrılara adanmış birçok mabet, insan ve hayvanlar için arenalar, hamamlar ve bir hipodrom vardı. Büyük limanlardan kalkan gemiler, dünyanın her yerine gidiyordu. Bölge halkının nüfusu o kadar yoğundu ki her yerde sesleri işitiliyordu.
Merkezi şehrin etrafında, sarp yükseklikleri ve güzellikleriyle ünlü dağların koruduğu çok geniş bir ova uzanıyordu. Ovada yılda iki kez hasat yapılıyordu. Bu büyük imparatorluk Helen Devletleri’ne en kudretli ve şanlı oldukları bir devirde hücum etti. Böylece bilgelik yolundan saptı. Ölçüsüz alanlara sahip olan Atlantis kralları, tüm dünyayı ele geçirmek istiyorlardı.”
Sais alanında ilerledikçe ikiye üçe bölünmüş sütunlar, en çok da lotus çiçeği biçimli sütün başları dikkatimi çekiyor. Çok sayıda lotus başlı sütün var. Atlantis’ten gelenlerin ilk yaptıkları tapınakta lotus çiçeğinin betimlenmesi aklıma “acaba Atlantis’te lotus çiçeği var mıydı ve aynı değerleri mi temsil ediyordu?” sorusunu getiriyor.
Bir metinde, “Bu sütunlar kudretleriyle ve saflıklarıyla Osiris mabedini andırıyordu, ” diye yazılmıştı. Buradan da Sais’ten önce Osiris mabedinin bir benzeri olduğu anlaşılıyor.
Sais mabedi tanrı Thot tarafından kurulup, Osiris – İsis ve Horus’a atfedilmiş.
Ancak tapınakta başka tanrı ve tanrıçalar da etkin olmuş. Bunlardan Neit, yaratıcı olarak bilinen bir tanrıça. Ayrıca savaş ve şifa tanrıçası. Bunun yanı sıra Mısır deltasında yetiştirilen en kaliteli pamuktan üretilen ketenin tanrıçası ya da diğer tanımıyla dokuma tanrıçası.
Ancak sonuçta tapınak en çok İsis ile anılıyor. Daha sonra Helenler, İsis’i tanrıça Athena ile özleştirmişler. İsis, her dönemde ve tarihteki her hikâyede değişik isimlerle varlığını sürdürmüş:
İsis, Athena, Demeter, Artemis, Kibele, İştar, İnanna
Birçok antik Mısır tapınağında olduğu gibi, Sais tapınağında da bir tıp fakültesi vardı. Sais tıp okulunda ağırlıklı olarak jinekoloji eğitimi veriliyordu. Kadınlar içinde bir fakülte olduğu belirtiliyor. Sais’ten geriye kalan kurtarılmış bir metinde şöyle yazıyor: ” Ben Heliopolis tıp okulundan geldim ve Sais’teki kadınlar okulunda ilahi anneler bana nasıl tedavi yapacağımı öğretti” bu metin açıkça mabede kadınların da alındığını, kadın rahiplerin de varlığını doğruluyor.
Bugünkü Sais’in içinde ilerledikçe sadece yapıldığı ilk zamanlara değil, aynı zamanda Mısır başlangıç tarihine göre oldukça yeni sayılabilecek İ.Ö 1300-İ.Ö 1212 arasında II. Ramses’in tüm Mısır’a yerleştirdiği dev heykellerinden buraya da diktiğini görüyorum. II. Ramses’in birkaç heykeli var ancak bir tanesi dev boyutlarda ve rehberin verdiği bilgiye göre, eğer yıkılmasaymış dünyanın en büyük heykeli olacakmış. Heykelin parçalanmış ayak parmak kısmı bile nerdeyse bir insan boyu ölçülerinde. II. Ramses Karnak, Luxor ve Abu Simbel’e dev boyutlu heykellerini diken ve 60 yıla yakın hükümdarlığı ile en güçlü, en çok bilinen firavunlarından birisi. Ancak kanımca sadece güç düşkünüydü ve bunu halka kabul ettirmek istediği açık. Kendinden önce bilgece yaşayıp eşlerini kendisiyle aynı boyutta ve uzunlukta, çocuklarını da kucaklarında resmettiren Akheneton, II. Ramses’ten çok daha bilgili ve üstündü. Ancak bu ruhsal seviye dejenere olup bozulmuş Amon Ra rahipleri tarafından hiç anlaşılmadı ve hoş görülmedi ve komplolarla tarih sahnesinden ayrıldı.
Daha sonralarda tahta çıkan II. Ramses ise yine eski Amon inancında, çoktanrılı yozlaşmış değerlerle yönetime devam etti ve Akheneton’un inşa ettiği Tel el Amarna kentini yıkarak tarihten de silmek istedi. Ancak burada görülüyor ki, dünyanın olası en büyük heykeli olmasını istediği yapı, paramparça. Sonunda ona da kalmamış hükümdarlık. Ayrıca bu kadar eski bir tapınağa Aswan’dan getirttiği pembe granit heykel ve yapıtlar, diğer çok eski taşlar arasında post-modern bir aykırılık oluşturuyor. Bugüne kadar gittiğim tüm tapınaklarda hayranlıkla izlediğim görkem ve renkler nedense burada gözümden düşüyor.
Buradaki ana yapı taşları o kadar eski ki, renkleri kremle somon-turuncu rengi arasında, sanki sabun yumuşaklığında, binlerce yılın oluşturduğu süngersi bir yapıda. Ne kadar eski ve çok daha zarif olduklarını, diğerleriyle yan yana durdukları yerde çok net bir şekilde görmek mümkün.
Bu yıkıntıda akla yine Hermes’in sözü geliyor. Belki de sahip olduğu duru görü yeteneği ile o zamandan bugünleri görmüş ve şöyle demiştir:
“Ey Mısır! Gelecek kuşaklara senden hatıra olarak sadece inanılmaz masallar kalacak ve seninle ilgili olarak geriye taşlara oyulmuş kelimelerden başka bir şey kalmayacaktır. Ancak bunlar bile yüzyıllar boyunca seni ölümsüzleştirmeye yetecektir.”
Atlantis, Mısır ve Truva üçgeni
Mısır hakkında konuşmuş olan Orfe ise Mısır’ın kökenini şöyle tanımlamış: “Mısır, Poseidon’un kızıdır.”
Mitolojiye göre Hera ve Apollon’la bir olup Zeus’a tuzak kuran Poseidon, ceza olarak Apollon ile Truva kralı Laomedon’un hizmetine gönderilir. Laomedon ona şehir çevresinde yüksek surlar inşa etme görevini vererek karşılığında onu ödüllendireceğine söz verir. Sonunda yapılan duvarlar çok sağlam olmuştur. Ancak Truva Kralı Laomedon, tanrıya verdiği sözü reddedince, Poseidon buna kızar, selleri ve bir deniz canavarını kentin üzerine salar. Sonra da Truva savaşında Akha’ların yanına geçer.
Bu bilgiyle birlikte Truva’ya geçmiş oluyoruz.
Schliemann’ın yaptığı kazılar sonunda ortaya çıkan Truva şehrinin kalıntıları altında çok daha eski bir şehir harabesi bulmuştu.
Truva bu ilkel şehrin kalıntıları üzerine inşa edilmişti. Bu ilkel şehirde, vazolar heykeller bulunmuştu. Başlangıçta sadece Truva harabelerini aramak için işe girişmiş olan Schliemann bu ilkel şehir kalıntısında bulduğu eserler üzerine daha gizemli araştırmalara başlamış. Heinrich Schlimann Truva esrarını çözer çözmez Atlantis konusunu ele aldı ve bir süre sonra araştırmalarına son vererek elde ettiği sonuç hakkında hiçbir açıklama yapmadı. Ölümünden önce de bir vasiyetname bıraktı.
1912 yılının 20 Ekim günü Schliemann’ın varisi olan torunu Dr. Paul Schliemann The New York Amerikan isimli gazetede bir makale yayımladı.
“Büyükbabam Heinrich Schliemann 1890 yılında, ölümünden bir kaç gün önce en yakın dostuna mühürlü bir zarf teslim etmişti. Zarfın üzerinde şunlar yazılıydı:
Ailemden birine, özellikle torunum Paul’e vasiyetnamemde açıkladığım konularda araştırma yapacağına şeref sözü verdikten sonra teslim edilsin.’ Ayrıca bana verilecek bir mektupta şunlar yazılıydı: ‘Büyük sır, mühürlü bir zarftadır. Baykuş biçimindeki vazoyu kır. İçindekiler kaybolan büyük Atlantis uygarlığı ile ilgilidir. Sais mabedi doğusundaki Chakunatal mezarlık alanını araştır. Çok önemlidir. Tezimi doğrulayacak deliller bulacaksın. Gece geliyor. Elveda!”
Bu mühürlü zarflar işaret edilen zaman gelinceye kadar büyükbabamın yakın dostu tarafından Paris’te bir banka kasasında saklandı. Zarfı açınca bazı fotoğraf ve kâğıtlar buldum. Birinci kâğıtta yazılı olanlar şöyleydi:
“Bu zarfı açan, bitiremediğim araştırmalarımı tamamlayacağına dair yemin etsin. Çalışmalarım sonunda anladım ki, Atlantis yalnız şimdiki okyanusun yerini kaplayan büyük bir kıta değil, aynı zamanda birçok büyük uygarlığın beşiği olmuştur. Zarftaki diğer belgeleri dikkatle incele, çünkü başarıya onların sayesinde erişeceksin. Fransa bankasında araştırmaların için yeterli para vardır. Bu konuda bilgiyi sana zarfı verenden al. Her şeye gücü yeten tanrı, çalışmalarında sana yardımcı olsun.
1873 yılında, Hisarlık’taki Truva harabelerini kazarken harabelerin altında kral Priam’a ait tuhaf bir tarzda işlenmiş, büyükçe bir bronz vazo dikkatimi çekti. Vazonun içinde bilmediğim bir madenden yapılmış, ne işe yaradığını anlamadığım bazı eserler, aynı meçhul madenden yapılmış paralar, kemikten kabartma süs eşyaları vardı. Vazonun üstünde hiyeroglif harflerle “Atlantis kralı Chranos’a” yazılıydı.
1883 yılında Paris’teki Louvre müzesinde saklanan Güney Amerika uygarlıklarına ait eserleri inceledim. Bunlar arasında bazı parçalar, Priam’ın hazinesinde bulduğum eşyaların aynıydı. Bu iki eski eserin birbirine bu kadar benzemesi bir tesadüf olamazdı. Aradaki tek fark, müzede gördüklerimde hiyerogliflerin bulunmamasıydı. Çok heyecanlanmıştım. Büyük bir keşfin eşiğinde olduğumu hissediyordum. Ayrıntılı incelemeler yaptım. Vardığım sonuç şu oldu; Truva’da bulduğum ve müzede de gördüğüm eski eserlerin hepsi aynı meçhul madenden yapılmıştı, işçilikleri aynıydı.
Meçhul madeni modern bir laboratuvarda incelettim. İçinde platin-alüminyum ve bakır karışımı bulunduğunu öğrendim. Ama alaşımda başka madenler de vardı ve ne oldukları keşfedilemiyordu. Böyle bir alaşımı yapacak teknik düzeye bugün bile erişmemiş olmamız dikkat çekiyordu. Dünyanın iki ucundan gelen bu eserler aynı bileşimi ve aynı işçiliğe nasıl sahip olabilirlerdi?
Şüphesiz, her ikisi de ortak bir kaynaktan çıkmıştı.
İpucunu vazo üzerinde kazılı yazı ele veriyordu. ‘Atlantik Kralı Chronos’a. Evet, bu eserler Atlantis uygarlığı ile ilgiliydi. Bu keşif beni daha çok çalışmaya itti.
Kısa süre sonra, Sen Petersburg müzesinde eski bir Mısır papirüsü dikkatimi çekti. Papirüs Mısır’ın ikinci sülale dönemine aitti. M.Ö. 4571 civarında yazılmıştı. Yazıdan anlaşıldığına göre, papirüsün yazıldığı dönemden 3350 yıl önce, o zamanın firavunu, atalarının ülkesini araştırmak üzere bir keşif heyeti göndermişti. Papirüste geçen atalar, Hiyerofantlar, yani ermiş rahiplerdi ve onların ana yurdu da Atlantis ülkesiydi. Keşif heyeti 5 yıl sonra, bir sonuca varamadan geri dönmüştü.
Miken uygarlığı kalıntılarında bulunan ‘Aslanlı Kapı’ da şöyle bir yazıya rastladım: ‘Misor, Thot’un oğludur’. Thot ise bildiğime göre, Atlantis kralı Chronos’un bir kızı ile evli olan Atlantisli bir rahibin oğluydu.
Bu buluşlar benim için çok önemliydi. Bunları hiç kimseye açıklayamadım ve kendime sakladım. D işaretli belgeye bak. Truva’daki araştırmalarımda bir tablet buldum. Tablette, Mısırlı bir rahibin katarakt ve beyin urlarıyla ilgili tıbbi uygulama yöntemleri anlatılıyordu. Mısırlılar ve Giritliler arasında asırlar süren ilişkiler olduğunu zaten biliyordum.
Berlin’de İspanyolca yazılmış bir belgeye rastladım. Bu belge bana Truva’da bulmuş olduğum tableti hatırlattı. Bir Mısırlının astronomi hesaplarından söz ediyordu. Yalnız bu kez durum çok tuhaftı. İspanyolca belge Aztek uygarlığından tercüme edilmişti. Yani eski Mısır-Truva-Girit arasındaki ilişki bir yana, eski Mısır ile güney Amerika arasında bir ilişki meydana çıkıyordu.
Ne Aztek’lerin ne de Mısır’lıların okyanusları aşacak gemileri yoktu. Oysa eski güney Amerika ve eski Mısır arasında yakın ilişkiler bulunduğuna dair belgeler ortadaydı. Bu işin sırrını açıklamak ancak eski belgelerle mümkün olacaktı. Bunlar da eski ve yeni dediğimiz dünyalar arasında, şimdiki Atlas okyanusunun yerinde büyük bir kıtanın varlığını ortaya koyuyordu. Bu kıta Atlantis’ti. Mısır’a, orta ve güney Amerika’ya ve Avrupa’ya göçler bu kıtadan olmuştu.”
Üç yıl sonra Dr. Paul Schliemann The New York Amerikan adlı gazetede tekrar bir makale yayınladı:
“Büyükbabamın vasiyeti üzerine, adıma Paris’te saklanmakta olan ve büyük bir değer taşıyan koleksiyonları almaya gittim. Baykuş şeklindeki vazoyu tam anlamıyla ilginç buldum. Çok eski bir çağdan kalma olduğu belliydi. Üzerinde büyükbabamın bıraktığı belgelerde de belirttiği gibi, hiyeroglifle “Atlantik kralı Chronos’a” yazılıydı. Bu güzel vazoyu kırmakta uzun süre tereddüt ettim. Sonunda karar verip kırınca, içinden çıkardığım şeyler büyükbabamın vasiyetinde yazılı olduğu gibiydi.
Beyaz gümüşe benzer tuhaf bir madenden yapılmış dört köşe biçimli iki plakanın üstünde o zamana dek hiçbir yerde rastlamadığım tuhaf bir yazıyla yazılmış şekiller vardı. Plakanın arka tarafında hiyeroglifle şu sözler yazılıydı ‘Saydam duvarlı mabetten gelme’. Saydam duvarların anlamı neydi? Kristal duvarlarla çevrili bir tapınak mı söz konusuydu? Daha da tuhaf ve yanıtı imkânsız görünen bir soru daha vardı: Plakalar vazonun içine nasıl konmuştu. Vazo Atlantis’ten geliyorsa içindekiler de aynı yerden geliyor demekti.
Koleksiyon içinde aynı meçhul madenden yapılmış yüzük ve paralar, kemikten yapılmış bir fil heykelciği ve şimdi açıklayamayacağım bazı başka şeyler vardı. İncelemelere başlamak üzere Mısır’a gittim. Sais harabeleri çevresinde araştırmalar yaptım. Uzun süre olumlu hiçbir sonuca varamadım. Çalışmalarım sırasında kazılarımla ilgilenen bir Mısırlı, bana birinci sülale çağından kalma mezarlardan bulduğu paraları satmak istedi. Bedevinin bana verdiği paraları görünce şaşırdım. Çünkü bunlar arasında büyükbabamın Truva’da bulmuş olduğu paraların aynısı olanlar vardı. İnceleme alanımı Amerika kıtasına kadar genişletme gereğini hissettim. İlk önce Orta Amerika’ya Meksika’ya, sonra da Peru’ya gittim. Meksika’daki Theotihuaen Palnek mabedi piramidinde, aynı gizemli madenden yapılmış paralar buldum. Yalnız bunların üzerine başka şekil ve yazılar kazılıydı. Maya yazı ve şekilleri ile ayı mabette kazılı bir yazıyı tercüme etmeye başladım:
‘6 kaan yılı, Zak ayı ve Muluk günü başlarken korkunç yer sarsıntısı, 13 Şuen’e kadar devam etti. Limon ve Mu kıtaları felakete kurban gitti, çöktü, üstü sularla kaplandı. Toprak bir kaç kez havaya kalktı ve oturdu. Felaket 64 milyon insanın ölümüne neden oldu.’
Atlantis’ten başlayıp Mısır’a uzanan, Truva’yla belki de Türkiye’de birçok bölgeyle bağlantısı olan bu uygarlığın izleri şimdi gizemli uykusunda, kumların altında yatıyor. Sais, Nil’in taşması, batan kıtalardan gelen çamurlu sularla tahrip olmuş ve terk edilmiş. Buradaki eğitimler ve kültür başka tapınaklara taşınmış. Oradan da başka yerlere, biraz yozlaşarak, biraz değiştirilerek.
Ancak Atlantis’ten gelen ilk üstatlar burada yaşadığı, enerji ve bilgi ilk kez buraya çapalandığı için, burada hala çok yüksek bir titreşim var ve birçok gizemi barındırıyor.
Belki Thot’un ünlü kayıp kitabı buralarda bir yerlerde gizli. İnsanlar onu okumaya hazır olmadığı için kendini gizliyor olabilir.
Thot, Osiris’ten aldığı eğitim ve ulaştığı güçler için şöyle sormuş: “Bu herkes için geçerli midir? Yoksa sadece bana mı özgüdür?”
Osiris’in yanıtı ise şöyle olmuş: “Kutsal alev herkesin kalbinde gizlidir. Ancak onu sadece inisiyeler uyandırabilir.”
Quo Vadis?
Bilgi çağında olup her bilgiye ulaştığımız ve her şeyi bildiğimizi sandığımız bir noktada aslında hiçbir şey bilmediğimizi biliyorum. Gerçekten ne biliyoruz! Üzerinde yaşadığımız gezegende neredeyse dokunmalık bir tarih yakınlığında, insanlar bizim bilmediğimiz birçok şeyi biliyor ve kendilerine, doğaya hükmediyor, yaşlanmıyor ve ölümsüz olabiliyordu.
Daha sonradan kendilerine Tanrı denilen bu Galaktik İnsanlar, bizim elle tutabileceğimiz bir yer olan Sais’e gelmişlerdi. Truva’ ya da geldikleri açık, Schliemann ailesinin yaptığı keşiflerle bu kanıtlanıyor. Ancak sadece Mısır’da bu uygarlığın devam ettiği, daha sonra Atlantis’in batıp ana kıta ile bağının kesilmesi ile bir düşüşün başlayıp, tüm erdemlerin yozlaşarak biçimselleştiğini biliyoruz. Tüm Mısır tarihi altın çağına ulaşıp, II. Ramses’ten sonra aşağı, geriye giderek sonunda yabancıların istilasına teslim olarak çöktü.
Bugün sırlar kumların altında, belki de bir gün tekrar keşfedileceği parlak ışıklı bir zamanı ve güneş kalpli insanları bekliyor. Bu yazıyı yazarken bir hafta içinde Mısır ile ilgili birçok yeni bilgi yayınlandı. Atlantis’ten geliş tarihleri için birçok araştırmacı yeni teoriler ve varsayımlar ortaya attı. Mısır tanrılarıyla ilgili bir film vizyona girdi. Sanki kolektif bellek hepimizin anası olan Mısır ve içinde saklanan ruhu tekrar canlandırmak için çalışıyor. Burada Mısır’da böyle bir tanım var: ” Mısır hepimizin anasıdır.” Diyorlar. Belki de gerçekten tüm tarihlerin elimizde kalmış en zengin beldesi ve ana tanrıça İsis’in de dünyadaki diğer versiyonlarından önce Mısır, her şeyin annesiydi.
Tüm bu araştırmalarım süresince o kadar çok bilgi bir araya geldi ki, bu bir kitap olabilir. Atlantis’ten başlayıp tüm dünyaya, ama en görkemlisi Mısır’da başlayan bu insanlık hikâyesi hakkında daha çok şey yazılıp, söylenecek. Her gün bu büyük yapbozun kayıp bir parçası ortaya çıkacak ve Mısır, bir gün bize sırlarını sunacak. Bu, biz hazır olup o erdemleri ve bilgeliği çok özlediğimiz ve dilediğimiz bir zamanda olacak.
Yazımı bitirmeme çok kısa bir süre kala, yabancı bir metinde Sais’te, İsis heykeli altlarındaki metnin tamamına ulaştım ve İsis’in sözleriyle bitirmek istiyorum:
“Ben O’yum, cennetle yerküreyi ayıran, insanlara gizemi anlattım. Yıldızlara giden yollarını gösterdim onlara. Güneş’e ve Ay’a giden rotayı emrettim. Ben nehirlerin, rüzgârların ve denizin kraliçesiyim. Erkekleri ve kadınları bir araya getirdim. Ben insanoğluna yasaları verdim ve hiç kimsenin değiştiremeyeceği şekilde düzenledim. Altından ve gümüşten daha güçlü bir adalet sağladım. Doğrunun güzel olarak algılanmasını sağladım. Ben “O”yum, kadınların tanrıçası.. Ben, İsis, hep olanım ve hep olacak olan; hiçbir ölümlü insan peçemi açamamıştır daha. Getirdiğim meyve güneştir.”