Sustu Ankara, konuşmadı bizlerle. Havada hüzün kokusu asılıydı. Soluduk; ciğerlerimize çektik hüznü. Yaşamak için solumamız gerekiyordu çünkü biz kalanlardık. Acaba kaçımız gerçekten hayatta şimdi? Sahi kaldık mı yoksa yaşama sevincimiz çoktan bizi terk mi etti?
13 Mart 2016 Pazar sabahı uyandıklarında o günün bu dünyadaki son günleri olduğunu bilmeden evden çıktı canlarımız, arkadaşlarımız, yavrularımız, kardeşlerimiz. Kimisinin aklından iş çıkışı evine gidip şöyle bir bardak sıcak çay içmek geçiyordu; kimisi yeni doğacak bebeğine heyecanla alış veriş yapmıştı, evine gidince onları yıkayıp ütüleyecekti, sonra itina ile mis gibi sabun kokan çekmecelere yerleştirecekti; kimisi şehri yaşamak, şehrin ritmini tutmak için kalabalığının her daim eksik olmadığı Kızılay Meydanı’nda yürüyüş yapıyordu; kimisi o günkü yevmiyesini çıkarabilmek için taksisine müşteri bekliyordu; kimisi kursundan çıkmış otobüs bekliyordu… Ama hiçbirisi, önünde can verdikleri Güvenpark’taki ağaçların üzerinden göğün maviliğini bir daha izleyemeyeceklerini, güvercinlerin ve serçelerin cıvıltılarını duyamayacaklarını bilmiyorlardı.
Her şehrin bir ruhu vardır derler ya hep Ankara’nın ruhu da nasibini aldı bu vahim olaydan. Daha gri, daha puslu, daha soğuktu Ankara. Patlamadan sonraki gün aralıksız akıttı gözyaşlarını üzerimize, dinmedi hiç yağmur. Çünkü, biliyordu ki; beden için sabun ne ifade ediyorsa ruh için de gözyaşı o demekti. Sustu Ankara, konuşmadı bizlerle. Havada hüzün kokusu asılıydı. Soluduk; ciğerlerimize çektik hüznü. Yaşamak için solumamız gerekiyordu çünkü biz kalanlardık. Acaba kaçımız gerçekten hayatta şimdi? Sahi kaldık mı yoksa yaşama sevincimiz çoktan bizi terk mi etti?
Bu bomba sadece Kızılay’ın göbeğine düşmedi. Anaların babaların ciğerlerine, aile ocaklarına, sevgililerin yüreklerine, öksüz, yetim kalan çocukların geleceklerine velhasıl geride kalanların hayatlarının merkezine düştü. Patlamadan sağ kurtulanların yaşadıkları travmanın, zihinlerine kazınan vahşet görüntülerinin, kulaklarını sağır eden çığlık seslerinin izleri acaba bir ömür boyu geçecek mi? Peki ya, ana haber bültenlerinde olayın görüntülerini izleyen, gazetelerde boy boy fotoğraflarını gören çocuklar acaba koşulsuz sevmeyi başarabilecek mi?
Ateş düştüğü yeri yaksa da canlarımız bizlerden koparılıp çalınsa da öfkeye, kine, nefrete yenik düşmemeliyiz. Acımızı son damlasına kadar yaşamalı, zamanın o yaraları saran sıcak kucağına kendimizi bırakmalı ve ruhlarımızı kirletmeden yaşamalıyız. Unutmamalıyız ki; gökyüzünden yeryüzüne doğru baktıklarında gidenler de kalanların onurlu, dimdik ve güçlü duruşlarını görmek isterler. Hainliğe, kahpeliğe inat yeniden ayağa kalkmalı, yaraları sarmalı ve Pablo Neruda’nın dizesini tek bir ağızdan haykırmalıyız: Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerle…