Şiddetli yaşıyorum hayatı! Hayatın dayattığı tüm şiddete rağmen… Dünya bazen garip, bazen de yaşamak için zor bir yer haline geliyor… Nicedir şiddet ve hoyratlık hayatın bir parçasıymış gibi görünüyor. Bu insanlığa verilen bir ceza mı yoksa yozlaşmanın altın çağı mı bilemiyorum? En iyimser bakış açısıyla, belki de huzurla tanışmaya mecbur insanlık için oynanan sondan bir önceki oyun bu…
Asalet ve bilgelikten ibaret olduğunu düşünen kıymetli insanlık için sahnelenen ağır bir tragedya var sahnede. Yerler numarasız, vahşi düzenin erkleri içeri buyur ediyor bizleri, annesiz kalmış çocuklar yer gösterici… Görmek isteyenler en önde oturup izleyebilir bu düzeni. Bilet parası yok ama gördüklerinizin karşılığında ödenecek bir bedel var elbette. “İnsan Olmanın Diyeti”
Yaşananlara eşlik eden bir şarkı olsaydı, notaların masumiyet ve umuda değdiği yerde yüksek perdeden kontrolsüz de kreşendolar yaşanırdı. Ama teslim olmak yok! Yüzlerce yıldır bir ileri bir geri devam eden bir yolculuk bu. Bizden çok bilenler ve insan olmaya daha fazla yaklaşanlar var. Öğrenmeye açık olmak, doğru araçları kullanmak, sevgiden ve doğrudan şaşmamak bizi daha fazla insan yapacak elbette. Bir tufanın ortasında kaldığın zaman yolunu nasıl bulduğun ve ömründen ve senden geriye nasıl bir tortu ve tat kaldığı önemli.
Savaş, şiddet ve sevgisizlik yorgunu zamanların hayatımızı ve ruhlarımızı köşe sıkıştırdığı günlerde iyileşmenin bir yolu yok mu acaba? Böyle zamanlarda, keşke tüm dünyayı huzura, edebiyata ve aşka boğmak mümkün olsa…
Hayatın felsefesinin temeli
Yola devam edecek gücü bulmak için malzemesi insan olan edebiyat ve sanattan aynalar tutmalı yüzümüze. Belki aynadan yansıyan kendi karanlık yüzümüz ruhumuzda bir aydınlanmaya neden olur. Yüzünü gerçek aydınlığa dönmek ve bilge insanlardan feyiz almak işini kolaylaştırabilir. Kapitalizm, bireysellik ve savaşlar bizi adeta hümanist düşünceden ışık yılı kadar uzağa taşıdı. Sevgiden ve huzurdan bahsederken sanki bir ütopyadan bahsedermiş gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Herkes kendi gözündeki perdeden ve kalbindeki kötülükten sorumludur. Gözündeki ışığın ya da karanlıkta sıkışan ruhunun kendi iraden ve özünün yansıması olduğu gibi…
Çoğu zaman sağalmak için yazarım, kendi yaramı kalemimle sararım, ama yetmez… Her durumda ve her şeye rağmen yaşadığımız bu güzel toprakların ışığıyla, toprağıyla ve suyuyla beslenen o güzel insanların yazdıklarına uzanır elim. Bu durumu betimlemek için Adalet Ağaoğlu’nun kitap isimlerini kullanmak geldi içimden. “Ruh Üşümesi” gelince başa, “Ölmeye Yatmak” gibi “Huzura Yatmak” isterim kimi zaman.
Daldan dala konarken kalbim bazı duraklarda daha fazla kalmak ister mesela. Tüm zamanların en büyük mistik şairi olan Mevlana ya da dünyada tanınan ismiyle Rumi, mistisizmin kutsal kitabı olan Mesnevi’yi yazmıştır ve bu neden okullarda ders kitabı olarak okutulmaz ki diye düşünürüm. Sözleri ve felsefesi tüm insanlığa umut verirken, UNESCO’nun uluslararası kardeşlik ruhuna, Gandi’ye, Papa’ya, Hegel’e ve tüm insanlığa umut olmuştur. Belki bize de bir gün olur.
Mevlana felsefesinin temelinde aşk vardır. Mevlana’ya göre tanrıya ulaşmak için gerekli olan en önemli şey aşktır. Onun felsefesinde dünyanın kirine pasına yer yoktur. Felsefesini hayatın kendisine indirgemiştir bir anlamda. Kadın erkek eşitliğini savunurken, ona göre asıl mesele insandır ve din, felsefe ve ahlak insanı daha iyi ve doğru insan yapmak yönünde araçtır.
“İnsanı ateş değil kendi gafleti yakar. Herkeste kusur gören, kendisine kör bakar. Neye nasıl bakarsan, o sana öyle bakar.”
Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, görmeyen gözleriyle ışıklı kapılar açan Aşık Veysel, büyük şehirlerin içinde kaybolan gerçek insan sıcaklığında insan hikayeleri anlatan Sait Faik, hayatın karanlık yüzüne ışık tutar. Devrimin, aşkın ve hümanizmanın şairi olan Nazım Hikmet bu ülkenin yetiştirdiği ve hırpaladığı nice güzel değerlerin başında gelir. Yürekten okursan onu, ilk seferinde yenilenirsin.
“Kimi insan otların, kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların.
Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin…
Sonra kahramanım olan Can Yücel var… Babacan ve yalın haliyle, o büyük şairi ne zaman okusam üzerime bir iyimserlik ve iyilik çöker.
Her şey sende gizli. Yerin seni çektiği kadar ağırsın. Kanatların çırpındığı kadar hafif kalbinin attığı kadar canlısın. Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç. Sevdiklerin kadar iyisin. Nefret ettiklerin kadar kötü. Ne renk olursa olsun kaşın gözün. Karşındakini gördüğüdür rengin. Yaşadıklarını kar sayma…
Galiba hepimiz aynı filmi seyrediyoruz, sonunda bazıları sadece uyurken, bazıları aynı rüyadan başka türlü uyanıyor. Uzakları gören ve güzel bakan gözler, hayattan daha fazla umutlu olmayı ve huzur bulmayı hak ediyorlar. Bu filmin çıkışında daha yaşanılır bir dünyaya sahip olmak için hayatı tüm şiddetiyle yaşamaktan vazgeçmemeli…