Geride kalmak utancı! Kaybetmek kanıksamak duyarsızlaşmak

Bazı insanlar için “kendini gerçekleştirmek” “başarı” “saygı” o kadar öncelikli ki “güvenlik”, “sevgi” ve hatta belki temel ihtiyaçlar bu önceliğinin gerisinde kalıyor. Bu bazı kişilerden bir kısmının ülkenin güvenliğinden sorumlu oldukları halde güvenliği değil kendilerine “başarı, saygı, kendini gerçekleştirme” imkanı sunan koltuklarını, unvanlarını önde tutması bizim endişelerimizin ve acımızın hiç de abartı olmadığının ispatı.

İlk ne zaman tanıştınız ölümle; Zıttıyla pekişir ya anlamlar ‘hayat’ ilk kez ne zaman anlamını derinleştirdi sizde?

Sizin hiç dünyanın şahit olduğu bir ölüm acınız oldu mu? Dilerim olmamıştır çünkü hafiflemez acı, aksine daha derin olur, insanlar acıyı paylaşmayan ancak acıyan gözlerle gözünüzün içine bakar, kaybınıza dair konuşmanızı bekler garip sorular sorarlar, bazen öyle garipleşir ki bu sorular karşınızdakinin hissetmediği utancı da siz hissedersiniz.


Misal; Acılı bir genç “benim kardeş bildiğim dostum öldü o durakta” diye ağlarken birileri gelip ona “nasıl biriydi?” diye soracak ve onun ağzından duyduklarını Twitter’da malzeme yapacak keşke bu kadarı olmasa bu ayıp benim uydurmam olsa ama öyle işte! Yaşadım biliyorum; Çok değer verdiğim bir güzel insan medyaya yansıyan bir intihar notu bırakıp canına kıymıştı, benim arkadaş bildiklerimden biri ısrarla sormuştu “nasıl yapmış, nasıl kıymış canına” anlayamamıştım sorusunu, “niye sorusunda takılı kalmış yüreğim niye ile nasılı karıştırmıştı” oysa karşımdaki haddini bilmez kişi intihar yöntemi araştırmasındaydı. Bunu gazeteci arkadaşlarımdan biri yapsa “meslek hastalığı” veya  “mesleki duyarsızlaşma” derdim belki ama hayır işte insanlar bu kadar kötü olabiliyordu sizin acınızla besledikleri meraklarına yenik, karanlığa meyilli ruhları olabiliyordu.

Üstelik bunu ilk kez yaşamamıştım her “deprem” olduğunda o çirkin tavır karşıma çıkıyordu, büyük 99 Depremi’ni yaşayanlardanım; Gencecik arkadaşını, nice tanıdığını toprağa veren, yaşadığı şehre yabancılaşan, geçen yıllara rağmen istemsizce kafasını kaldırıp avize sallanıyor mu diye kontrol eden, gazetelerde büyük puntolar ve gerçekte olandan az sayıyla manşet yapılan ölülerden biri olacakken şans eseri hayatta kalan o insanlardanım. “Eviniz yıkıldı mı?” “bir yakınını kaybettin mi?” ne kadar kolay sorabiliyordu insanlar bu insafsız soruları, demek vereceğim cevabın ağırlığından korkmuyorlar, sarsıntıyı hissetmiş oldukları için depremin yıkımını bilebildiklerini düşünecek kadar sığ olabiliyorlardı, böylece “Ateş düştüğü yeri yakar” deyimini genç yaşta öğrenmiştim.

Şimdi gencecik çocuklar arkadaşlarını yitirdi, kim bilir bu kayıp nasıl yaralar bıraktı onların ruhlarında? Yaşadıkları acıyı ne kadar paylaşabiliriz? Çok acıdı içimiz ve hatta 2000 yılında doğmuş gencecik canlar yiterken hayatta olmaktan, ülkeyi yaşanmaz hale koyanlar zerre utanmazken yaşıyor olmaktan bile utandık belki.

Oysa acıda birleşmeyi, birleşip acıyı hafifletmeyi başarabiliyor muyuz gerçekten? Yaşadığım acı kayıp deneyimlerimle öğrendim ki bazı insanlar haberlerde duydukları acı olaylara da magazinsel yaklaşıyor; Ölen insanların sayısı çoğu insan için sadece bir rakam, bir istatistiksel veri olmaktan öte anlam ifade etmiyor. Bazıları ölen canların hikayelerinden kendi hayatlarına yakın olanları seçip üzülüyor, “ölüm” gerçeğini sürekli düşünsek yaşayamayız doğru ama bazıları toplu ölümlere fazlasıyla duyarsız, mesela haber sonrası takip ettiği dizisine keyifle devam edebiliyor, ailesinin koklamaya doyamadığı bir genç üniversite okumaya gittiği şehirde bir terör saldırısıyla hayatının baharında yitirilirken aynı gece aynı şehirde insanlar birbirine aşkla dokunup sevişebiliyor, bazılarımız bazılarını “duyarsız” bulurken bazılarımız diğerlerini “aşırı duygusal” buluyor.

*Bir arkadaşım Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi’ni alaşağı etmiş insanlarla dolu bir ülke” olduğumuzu belirtmiş çok doğru bir saptama; Bazı insanlar için “kendini gerçekleştirmek” “başarı” “saygı” o kadar öncelikli ki “güvenlik”, “sevgi” ve hatta belki temel ihtiyaçlar bu önceliğinin gerisinde kalıyor. Bu bazı kişilerden bir kısmının ülkenin güvenliğinden sorumlu oldukları halde güvenliği değil kendilerine “başarı, saygı, kendini gerçekleştirme” imkanı sunan koltuklarını, unvanlarını önde tutması bizim endişelerimizin ve acımızın hiç de abartı olmadığının ispatı.

Korku şiddeti, şiddet kötülüğü, kötülük bencilliği besliyor; bu döngü ruh sağlığımızı bozuyor. Toplumsal olarak önüne geçilemez bir delilik içindeyiz. Bazı duyarlı insanlar bir şeyleri değiştirme heyecanıyla canı pahasına çabalıyor, bazıları kötülüğün karanlığına bakarak ruhunun ışığını yitiriyor, önüne geçemediği bir depresyon içinde debeleniyor ve örneklerini verdiğimiz bazıları olaylara yabancılaşarak kendini koruyabileceği sanrısına kapılarak yavaş yavaş insanlığını yitiriyor.


Kaç acı, kaç ölüm, kaç can gerekir bir toplumun insani değerlerini kaybetmesi için; ahlaksızlığa sürüklenip acılara duyarsız olmak için kaç yas gerekir? Gerekli midir, kim gerekli görür bunu? Hangi kirli hesap, hangi kazanç değer bu kadar büyük karanlığa? Hangi kutsal değer, hangi toprak parçası, hangi bayrak, hangi din, hangi ırk “insan” olmanın üstünde tutulabilir.

Kendi canı yanmadıkca acıya ortak olmayan, şiddet kendine uygulanmadıkca karşı durmayan, kötülüğü kimin yaptığına bağlı olarak algısında farklılaştıran bir toplum insanlığını yitirmez mi?

Denge nasıl sağlanır, acıdan katılaşmadan, öte yandan duyarsızlaşmaktan ötürü insanlığımızı yok etmeden nasıl hayata devam edilir? Acı, insanları birleştirip sevgiyi nasıl yüceltir? Evrende iki büyük enerji vardır; Korku ve sevgi enerjisi, sadece ülkemiz değil dünyamız korku enerjisinin yoğun hissedildiği bir dönemden geçerken içimizdeki ışığı koruyup başkalarıyla paylaşarak sevgide nasıl birleşilir?

Belki artık soru bu olmalıdır siyasi, askeri, coğrafi, ekonomik değerlendirmelerin ötesinde Dünya çılgınca şiddete, kötülüğe savrulup korkuyu beslerken yapmamız gereken yüreği yanmış feryat eden insanların acılarına sadece sözde ortak olmak değil sevgiyle, anlayışla sarılmak “birlik” olmaktır aslolan… Oysa acıda bile ayrışıyoruz! Bombalar olmasa, silahlar sussa hatta trafik kazası, hastalık dahi olmasa ne fark eder, karanlığı bu kadar beslersek sonumuz gelecek, insanlığın sonu gelecek. Peki bu ortamda kolay mı sevgiyi, iyiliği beslemek kendimizi evimizde dahi güvende hissetmiyorken yaralılarımızı sarıp sarmalayıp güvende hissettirmek kolay mı? 

Zor ama muhtaç olduğumuz sevgi yaradılışımızın derininde ruhumuzda yüreğimizde mevcut, buna inanalım istiyorum, inanç olmadan iyiliğin, güzelliğin kazanacağına inanmadan bu şartlarda nasıl yaşarız  bilmiyorum…

Artık bir kurtarıcı beklememeliyiz dünyayı iyilik, güzellik, sevgi kurtaracak dünyayı “biz” olma becerimiz kurtaracak…


* Çağdaş Akcoş’a saptamasını yazımda kullanma izni verdiği için teşekkür ederim.


 

Sabiha Topallar
'Sen neye hazırsan o'da senin için hazırdır' düsturunu benimsedi 'bu yaştan sonra olur mu' 'hem çalışıp hem sanat olur mu' 'yorulursun nasıl yapacaksın' gibi bahanelere, dayatmalara güldü geçti. Sanatı, en çok Tiyatro'yu ve Edebiyat'ı sevdi öte yandan sevdiği her konuda hayatı deneyimlemeye and içti... Oyuncu, öğretmen, eğitmen, konuşmacı, yazar, yaratıcı drama lideri, aşçı, seyyah oldu zaman zaman tutkularından birine kapılıp gidiyor, hayat yolculuğunda biriktirdiklerini sadece arkadaşlarıyla paylaşmanın bencillik olduğunu düşünüp sözcüklerden yüreğinize yol yapmak istiyor... En önemli yolculuğun kendine yapılan yolculuk olduğunun farkında ham'dı pişiyor bir gün yanıp o yere varma özlemiyle yüzleşmeler yaşıyor sizi sevgiyle selamlıyor...