Sanat eleştirmeni Dirk Schwarze tarafından hazırlanan ve Berlin Siebenhaar Yayınevi’nde çıkan ” İkinci Dünya Savaşı sonrası çağdaş sanatın ABC’si” adlı kitapta tüm Dünya’dan yüz sanatçı içinde bir de Türk sanatçısı var: Mehmet Güler. Yaklaşık 40 yıldır Almanya’nın Kassel kentinde yaşayan ressam Mehmet Güler ile sanatın ve sanatçının farklı hallerinden konuştuk.
Röportaj: Ressam Mehmet Güler
Sincap kılından fırça
İlk önce resme nasıl ve ne zaman başladığınızı anlatır mısınız Mehmet Bey? Yeteneğinizi kim keşfetti mesela?
Yetenek keşfetme ilk çocukluğumda söz konusu değildi. Ben Malatya’nın Doğanşehir, Söğüt köyünde 1944’de doğdum. O yıllarda köyde ilkokul bile yoktu. Babam okuma yazmayı askerde öğrenmiş mesela. Dolayısıyla resimden ya da sanattan söz bile edilemezdi. Ben bizim köye yapılan ilkokulun ilk mezunlarından biriyim. Köyden okumak için ilk çıkan gençlerdenim ayrıca.
Çocukken köyde içgüdüsel olarak devamlı birşeyler çiziyordum. Sonra 50’li yıllarda ilkokul kitaplarında gördüğüm resimler beni çok etkilerdi. Saman kağıda basılmış, basitçe renklendirilmiş kaliteli olmayan o renkli resimler beni büyülüyordu. Bunların nasıl yapıldığını sorduğumda, ilkokul öğretmenim İlyas Yıldız suluboyayı ve suluboya fırçasını anlatmıştı. Renk pigmentlerinden (toz boya) suluboyanın nasıl hazırlandığını ve fırçayla kağıda boyanmasını anlattı. “Fırça” kelimesi bende bizim evdeki elbise fırçasını çağrışım yaptı ve bununla nasıl resim yapılacağını kavrayamadığım için öğretmene sorduğumda gülerek fırçanın nasıl olduğunu kara tahtaya çizdi ve bölümlerini de okla göstererek yanlarına yazdı: Sapı ağaçtan ve kılları tutan kısmı metalden. Ben de aynısını defterime çizdim. Çünkü böyle bir malzemeye sahip olmak ve renkli resim yapmak istiyordum. O zamana kadar hep kurşun kalem ve kömür ile resim çizmiştim.
Dedem ticaretle uğraşıyordu ve belli zamanlarda Malatya veya Gaziantep’e mal almaya giderdi. Eve gelince dedeme şehirden bir suluboya takımı aldırtmak istedim ama o sıralarda mal almaya gitmeyeceğini söyledi. Ben ise bir an önce renkli resim yapabilmek için suluboya ve fırçaya sahip olmak istiyordum. Çaresiz malzemelerimi kendim yapmaya karar verdim.
O zamanlar bizim köyde yün boyamak için toz boya kullanılırdı. O boyayı da komşu köyde birisi satıyordu. Okul çıkışı komşu köye gidip her renkten ellişer gram toz boya aldım. Bu toz boyaları çay fincanlarında eritip hamur haline getirdim. Sıra fırçamı yapmaya gelmişti. Fırça yapımı kolay görünmüştü gözüme. Sapını ağaçtan düzdüm. Metal kısmını tenekeden kesip hazırladım. Öğretmen fırçanın ucunun hangi kıldan olduğunu söylememişti ama bana keçi kılı uygun geldiği için fırçayı keçi kılından hazırladım. Oldukça heyecanlıydım.
Sıra renkli boyama yapmaya gelmişti. Fırçamı suya soktuğumda ucu eğilip çengel gibi oldu. Rahat boyayamıyordum. Sonunda resmi mevcut boyalarımla boyayıp kurumaya bıraktım. Boyaları guaj boya gibi biraz kalın sürmüştüm. Kuruduktan sonra elime aldığımda boyaların kağıda yapışmayıp döküldüğünü gördüğümde başarısızlığıma üzülmüş ama bu sorunu hemen çözmem gerektiğini düşünmüştüm.
Bizim köyün çevresinde kayısı ağaçları vardır ve gövdelerinden yapışkan bir sıvı çıkarırlar. Bu madde aynı zamanda bir nevi harz ya da reçineye benzer. Bunları daha önce toplayıp eritip incelterek yapışkan olarak kullanmıştım. Aynı şeyi boyada da deneyebilirim diye düşündüm. Bunlardan toplayıp ezdikten ve ılık suda da eritip sulandırdıktan sonra çay süzgecinden geçirip boya fincanlarının içinde karıştırdım. Hazırladığım bu karışımlarla boyadığım resimdeki boyalar dökülmediği gibi hafif bir de parlaklık kazandılar. Sonuç oldukça hoşuma gitmişti ama fırça yapma denemem başarısız olmuştu. Hafta başında resmimi ve fırçamı alıp öğretmenime götürdüm. Öğretmen fırçanın sansar diye bir hayvanın kıllarından yapıldığını duyduğunu ama kendisinin de böyle bir hayvan görmediğini ve tanımadığını söyledi.
Sansar bende yeni bir çağrışım ve fikir uyandırmıştı. Öğretmene bir şey söylemedim. Okuldan sonra eve geldim. Babam evde yoktu. On iki yaşımda, ilkokul beşinci sınıftaydım. Daha önceleri çok kez kullandığım babamın av tüfeği duvarda asılı duruyordu. Yanıma birkaç fişek alarak köyün batısındaki dereye indim. Derede bol miktarda ceviz ağaçları ve dolayısıyle de bu ağaçlarda sincap vardı. Aradığım “sansar” da orada olmalıydı. Bir süre sonra elimde kuyruğu büyük bir sincapla eve döndüm ve değişik boylarda ilk fırçalarımı yaptım. Artık hem suluboyam hem de fırçalarım hazırdı.
Veganlar bunu okuyunca kızacaktır size…
O zamanlarda ve o ortamda böyle şeyler bilinmezdi. O an benim için bir suluboya malzemesine sahip olmak önüne durulmaz bir istekti. O hayvana nişan aldığım zaman göz göze geldim. Önce vuramadım. Tüfeği indirdim. Fakat fırçalarımı düşününce fırçaya sahip olma isteğim baskın geldi. Ama ondan sonra hiç bir canlıyı vurmayacağıma kendi kendime yemin ettim ve de vurmadım.
Daha sonra girdiğim öğretmen okulunda resim dersi vardı. Sanat dersi demiyorum, çünkü o zamanlar sanattan haberimiz yoktu. Resim öğretmenimiz Tayyip Yımaz’ın yaptığı suluboya resimler beni büyülüyordu. Benim resme olan merakım öğretmenimin ilgisini çekmiş olmalı ki bir süre sonra bana resim atelyesinin ve malzeme deposunun anahtarını verdi ve atölyede istediğim kadar malzeme kullanabileceğimi ve çalışabileceğimi söyledi. O zamana kadar başka meslek tanımadığım ve girdiğim okul öğretmen okulu olduğu için amacım ilkokul öğretmeni olmaktı. Artık kendime yeni bir hedef seçmiştim; resim öğretmeni olmak. Yani yüksek okula devam etmem gerekiyordu. Ondan sonraki altı yılımı bu amaca göre planladım ve yoğun çalışmayla geçirdim.
Sanatçı olmak için
Buraya kadar anlattıklarınız başlı başına bir hikaye zaten. Bir nevi; imkanları az olanın yaratıcılığının ne kadar güçlü olabileceğini anlatmış oldunuz. Günümüzde yaratıcı olmak eskiye nazaran çok zor.
Yokluktan olanak yaratılabilinir. Şimdi çocuklara her şey hazır sunuluyor. Bizim zamanımızda köylerde oyuncak diye bir şey yoktu. Biz çocukların oyuncağı olmadığı gibi hazır oyuncak gereksinimimiz de yoktu. Oyuncağımızı kendimiz yapmak, yaratmak zorundaydık. Telden çember yapıp yolda sürer, çamurdan figür yapardık. Şimdiki çocuklar oyuncağa boğuluyorlar. Bir de internet, akıllı telefon ve bilgisayar ortamında çocukların yaratıcılığı tamamen köreliyor.
Sizce iyi bir sanatçı olabilmek için yetenek mi daha önemli, yoksa eğitim mi?
İkisi de gerekli, sadece biri olunca sanatçı olunmaz. Elinizde bir hammede olduğunu düşünün. Bu hammadde işlenmezse bir değeri yoktur. Pırlanta aslında ham bir taştır, işlendiği zaman kıymetli olur. Sanatçı olma amacındaki genç ve çocuklar ancak bilinçli ve iyi eğitimcilerin elinde bir yere gelebilirler. Ama Dünya’nın bir çok ülkesinde sanat eğitimi ve okullardaki sanat dersleri yanlış veriliyor bence. Yetenekli ya da heyecanlı bir çocuk doğru ellerde işlenirse, doğru yönlendirilirse bir yere gelebilir. Eğer burada söz konusu olan bir çocuk veya genç ise tabii ki başarı sadece eğitmenin çabasıyla da olmaz. O kişinin içinde olmalı ateş, içinden gelmeli. Zorlamayla olmaz.
Yetenek dediğimiz şey bu mu?
Değil. Bu istek yeteneği belli bir yerlere getirebilir. Ama çalışma disiplini de şart. Disiplin ve çalışma olmadan belli yerlere ulaşmak zor bence.
Avrupa’da bir Türk sanatcısı olmak
Yaklaşık 40 yıldır Almanya’da yaşıyorsunuz ve burada da tanınan bir ressamsınız. Nasıl tanınıyorsunuz burada, “Türk Ressam” olarak mı?
Tabii ki Türk’üm ve Türk kökenli bir sanatçıyım. Ama “Türk ressam” diye bir şey yok aslında. Sanatçı santçıdır, geldiği yere ya da kökenine bakmamak lazım. Ancak eserlerine kendi kültüründen de bir şeyler katıyorsa, o zaman geldiği kültür ya da kökeni söz konusu olabilir.
Ama şunu da açıklamadan geçemeyeceğim. Almanya’da Türk olmak her zaman ben veya diğer Türk sanatçılar için bir dezavantaj olmuştur. İlk yıllarda sergilerime gelen Almanlar biyografimi okuyup Almanya’da da öğrenim yaptığımı görünce bu başarıyı Almanya’da okumuş olmama yorumluyorlardı. Düşünün bir kere yetmişli yılların başını. O yıllarda Türkiye’de sanat eğitimi veren kaç kurumumuz ve sanatı sergileyen kaç galerimiz vardı. Ayrıca bugünkü gibi kaç kişi sanat eseri alıyor, koleksiyon yapıyordu. Tüm bunlar göz önüne alındığında buradaki insanların bizler hakkındaki önyargılarını yadırgamamak gerek aslında. Bana çoğu kez o yıllarda Türkiye’de sanat akademisi ve müzelerin varlığı sorulurdu. Şu yaşadığımız iki yüz bin nüfuslu küçük şehirde on dört müze bulunuyor. Türkiye’de kaç müze var? Son yıllarda İstanbul’da birkaç müze açılabildi ancak. Onlarda da dünya sanat literatüründe yeri olan bir tek yapıt yok. İstanbul dışında diğer şehirlerden söz etmeye zaten gerek yok.
Her zaman dile getirdiğim bie şey vardır: Eğer ben bir Amerikalı, Fransız, İngiliz veya Avrupa’nın herhangi başka bir ülkesinden olsaydım, bugünkü konumuma daha az emek ve çabayla ulaşmış olurdum. Burda yıllarca “Türkiye’den sadece işçi gelir” fikri vardı. Bununla uzun yıllar mücadele etmek zorunda kaldım.
Sizin resimlerinizde Türkiye’den ya da yetiştiğiniz kültürden öğeler görünüyor mu?
Tabii ki. 80’li yılların ortasına kadar benim konum Anadolu ve kırsal kesimdeki insan-doğa ilişkisi üzerine gözlemlerimdi. Daha doğrusu kırsal kesimdeki kadınının yaşam savaşıydı. Seksenli yılların ikinci yarısından sonra Avrupa’da, farklı bir kültürde yaşamam nedeniyle özellikle doğu ve batı kültürleri arasındaki farklar, örf ve adetleri, yaşam biçimi ve anlayışı, değer yargıları beni daha çok ilgilendirir oldu. Uzun süre bu farklı kültürlerin birbirleriyle karşılaşmalarını ve birbirleri üzerindeki olumlu veya olumsuz etkilerini gözlemledim ve yapıtlarımda irdelemeye başladım.
Farklı kültürlerden gelen insanların karşılaşmaları iki tarafta da farklı etkiler yaratıyor. Bu alma verme olayı ve turizim yoğunluğu Türkiye’de özellikle kırsal kesimdeki insanların bakış açısını, hatta dünya görüşünü değiştirebiliyor. Bir taşın nehir yatağında döne döne aşınması gibi. Tutucu ya da muhafazakar bir insanın gelip, örneğin Antalya’da çalışması, yarı çıplak insanlarla temas halinde olması, onlara hizmet etmesi o kişinin daha hoşgörülü ve anlayışlı olmasını sağlayabiliyor. Aynı şekilde Avrupa’dan Türkiye’ye gidenler de zamanla insan ilişkilerini, davranış biçimlerini ya da yemek kültürlerini değiştirebiliyor. Bu temas her zaman olumlu olmayabiliyor tabii.
Bu karşılaşma veya karşılaştırma olgusu sadece bedensel ve zihinsel buluşma ve etkileşme değil. Aynı zamanda geçmişte ve günümüzdeki kültür yaratıcılarının birbirleriyle karşılaşmaları ve etkileşiklerini de kapsıyor. Bu nedenledir ki son yıllarda yapıtlarımda Batı sanatının yazın ustalarından fragmentler alıp kendi sanatımla onları harmanlayarak, yoğurarak yorumluyorum. Örneğin “Ben ve Goethe” veya “Ben ve Heine” gibi isimlerle yapıtımı imzalıyorum.
Resimlerimdeki açık renkler, çıplak kadın figürleri özgür Batı kültürünü betimlerken, karşıtı olan koyu ve az hareketli ağır formlar Doğu’yu betimliyor. Yani Orient ve Okzident. Bu iki görsellik hem form, hem de renk olarak birbirinin zıttı olarak ortaya çıkıyor, yani kontrast teşkil ediyor.
Sanat önyargıları kırabilir ve kültürlerin buluşmasını sağlayabilir diyebiliriz o zaman sanırım. Sizin resimlerinizde gördüğü renkleri ve kültürü görüp merak edenler, tatillerini Türkiye’de geçirmeyi düşünebilirler mesela.
Diyebiliriz sanırım. Örneğin geçen yıl Almanya’da Cappenberg Şatosu Müzesi’ndeki sergime 6 ayda okulların ve öğrencilerin dışında 17 bin üstünde ziyaretçi geldi. Açılışta 650 kişi vardı. Bir klasik müzik konseriyle açılış yapıldı. Normalde Almanya’da 6 aylık kişisel sergi süresi yaşayan çok az sanatçıya verilir. O sergime o kadar çok ilgi oldu ki bir ay daha uzatıldı. 7 aylık kişisel sergi burda çok az rastlanan bir şeydir. Yani bir Türk ressamın çalışmalarına çok büyük bir ilgi gösterildi. Çok olumlu yorumlar geldi. Televizyon programları yapıldı. Böyle bir tanıtıma ülkeler yüzbinlerce Avro harcasalar ulaşamazlar. Çünkü bu bir kültür etkinliğidir reklam değil.
Bu serginin konusu neydi?
“Im Rausch der Farben“. “Renklerin Çılgınlığı” veya “Renklerin Sarhoşluğu” olarak Türkçe’ye çevirebiliriz adını. Bu retrospektiv bir sergiydi. Yani 1969-2014 tarihleri arasındaki çalışmalarımı kapsıyordu.
Almanlardan aldığınız tepkiler oldukça olumlu. Peki Almanya’da yaşayan Türklerin sanata ve sizin eserlerinize ilgisi nasıl?
Bu çok sorulan bir soru. Malesef burada 3 milyon insanımız var ama genel olarak Türk toplumunun sanata olan ilgisi çok az. Burdaki Türklerin genel ilgisi para kazanmak ya da servet yapmak üzerine. Bunun dışında kültürel ve estetik kaygıları pek yok. Berlin, Frankfurt gibi büyük şehirlerdeki bazı Türkler sanata, edebiyata ya da müziğe ilgi gösteriyorlar ama genel Türk nüfusunu göz önüne alırsak bu oran malesef yeterli değil.
Sanat hep İstanbul’da
Güzel sanatların Türkiye’deki durumunu nasıl buluyorsunuz?
70’li yıllarda hatta 80’lerin ortasına kadar Türkiye’de sanatsal etkinlikler çok azdı. Sanata pek yer verilmiyordu, galeri yoktu. Tabii bu bir arz talep meselesi. Galeri, ancak sanat para ettiği, resim sattığı zaman açılır çünkü. Galerici serginin masrafını karşılayamaz, satış yapamazsa galeri kapanır. Bu durum 80’li yılların ikinci yarısından sonra hızla değişmeye başladı. Bu gelişmelerde ülkenin dış dünyaya açılmasının da rolü oldu. Sanatın para getirmesi sanat eğitimine ilgiyi arttırdı ve dolayısıyle sanat eğitimi veren fakülte ve akademiler açılmaya başladı. Yine bu gelişmelerin etkisiyle özellikle İstanbul’da galeriler açıldı. Sanat festivalleri, bienaller açık artırmalar İstanbul’da yapılıyor. Sanatçılar İstanbul’a yerleşiyor. İzmir’de galeri yok denecek kadar az, Ankara’da da öyle. Ülke genelinde çarpık gelişme sanayide olduğu gibi sanatta da her şey İstanbul’a odaklanıyor. Oysa Almanya’da ünlü bir galeriyi ve büyük bir firmayı ülkenin ücra bir köşesinde bulabilirsiniz. Ülkede sağlıklı gelişme böyle olur. Yoksa İstanbul örneğindeki gibi olursa şehirler çözülemez sorunlarla karşı karşıya kalır.
Türkiye’de de tanınıyor ve sergiler açıyorsunuz. Türkiye’deki faaliyetleriniz nasıl?
Ben ilk sergimi Ankara Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde 1970 yılında açtım. Ağaç baskılardan oluşan bir sergiydi ve o dönemde Ankara’da çok büyük bir igiyle karşılanmıştı. Benim Türkiye’deki etkinliğim o zamandan beri kesintisiz devam ediyor. Türkiye’de her sene en az bir sergi yapıyorum, karma sergilere katılıyorum. Sanırım Türkiye’de de en çok tanınan sanatçılar arasındayım. Almanya’da oturmam Türkiye’deki etkinliğimi etkilemiyor. Hatta Avrupa’da yaşıyor olmam artık bir avantaj. Avrupa her türlü kültüre açık, önümüzde bir engel yok. İstediğimiz ülkeye gidebiliyor, istediğimiz yerde sergi açabiliyoruz. Ayrıca değişik kültürlerden besleniyoruz; hem kendi kültürümüzden, hem buranın kültüründen. Bu olanaklar bir sanatçı için çok değerli.
Muhafazakarlaşan Türkiye’de sanat
Siz nasıl düşünürsünüz bilemiyorum ama, ben Türkiye ile birlikte Almanya’daki Türk toplumunun da giderek muhafazakarlaştığını düşünüyorum. Bu durum güzel sanatlara olan ilgiyi etkiliyor mu sizce?
Daha önce de değindiğim gibi, burada yaşayan üç milyondan fazla insanımızın sanatla ilgisi belki binde bir bile değil. Onların sanatla ilgilenme, çocuklarını beraberlerinde müzelere sergilere götürme gibi bir istek ve gereksinimleri de yok. Bunu şimdiye kadar açtığım sergilerdeki deneyimlerimden biliyorum. Bir sanatçı olarak, altmış yıldan fazla burada yaşayan insanımızın en azından bu açıklarını kapatmalarını gönülden arzu ederdim.
Toplumumuzun giderek tutucu olmasını bir sanatçı olarak üzücü buluyorum. Avrupa’daki Türk toplumu giderek daha çağdaş ve özgür düşünceye sahip olacağına, belli bir kesim daha da kötüye gidiyor. Buradaki insanlarımızın olumsuz yönde etkilemesi 70’li yılların ortalarında başladı.
Bugün gelinen sonuç hiç de şaşırtıcı değil. Türkiye’de sanat çevreleri kendi etkinliklerini sürdürmeye çalışıyorlar ama, genel olarak Türkiye’de de sanat ve sanatçıya karşı olumsuz davranışlara şahit oluyoruz. Gönül isterdi ki 21. yüzyılda sanata daha çok destek verilsin, gelişmelerin önü açılsın.
Türkiye’de yaşanan olaylar sizin resimlerinize yansıyor mu? Sanatın siyaset ile ilişkisi olmalı mı sizce?
Hayır. Bunlar benim sanatımı ilgilendirmiyor. Ben politik sanat yapmıyorum. Zaten bu doğru bir şey değil. Günlük olayları sanatında afişe etmeye kalkışırsan, yapıtın “kitch”e kayabilir. Mesela Nazım Hikmet’in “ben yanmazsan, sen yanmazsan…” diye başlayan şiirini resme dökmek adına, kalkıp Nazım’ın kafasını alevler içerisinde gösteren bir resim yaparsan, bu bir “kitch” olur. Bu bakımdan bunlar beni ilgilendirmiyor. Ben her yeni yapıtımda bir öncekini aşmaya, kendimi yinelemeye değil, yenilemeye çalışıyorum. Bu nedenle son dönem resimlerimi bile karşılaştırsanız, aynı kişilik ve el yazısı olduğu halde hiç bir yapıtın bir diğerinin tekrarı olmadığını görürsünüz.
Mehmet güler ve Soyut sanat
Siz son yıllarda daha çok “soyut sanat” yapıyorsunuz. Soyut sanat ise herkes tarafından anlaşılıp, değer verilen bir tarz değil. Neden soyut sanat?
Sanatın iyisi soyut ya da figüratif olur diye bir kural yok. İkisi de iyi ya da kötü olabilir. Önemli olan sanatın iyi olması, başka bir sanatçının taklidi veya öykünmesi olmamasıdır. İyi bir sanatın soyut veya figüratif, özgün bir kişiliğe sahip olması gerekir. Bir sanatçının kendine özgü el yazısı olmalıdır örneğin. Yani sanatçı kendine özgü bir sitil geliştirmelidir. Sanattan anlayan birisi bir resme baktığında, ressamın imzası olmasa bile, yapıtın kime ait olduğunu anlayabilmelidir.
Bu arada bununla ilgili küçük bir anımı anlatayım: 1984’te İstanbul Enka Holding’in açtığı bir yarışma vardı ve buraya katılan resimler imzasızdı. Sadece resmin arkasına bir rumuz yazılıyordu. Ben de buradan bir resim götürdüm o yarışmaya. Resmi rulo halinde götürmüştüm. Çerçeveyi hazırlayabilmem için bana bir oda verildi. Resmi gerip duvara dayamıştım ki içeriye tahminen elli yaşlarında birisi girdi. Resme biraz baktıktan sonra küçümser bir ifadeyle bana “Bu resmi siz mi yaptınız?” diye sordu. Ben “Evet. Neden sordunuz?” dedim. Gene küçümser bir ifadeyle: yüzüme bakarak; “E, siz Mehmet Güler’i taklit etmişsiniz. Bununla da yarışmaya mı katılıyorsunuz.” dedi. “Mehmet Güler’i tanıyor musunuz?” diye sorduğumda ise; “Kendisini şahsen tanımıyorum ama sanatını tanıyorum.” diye yanıtladı. Bu enteresan bir karşılaşma oldu benim için. O kişi beni şahsen tanımadığı halde resmimi tanıyabiliyordu. Sanatta bu önemli işte.
Soyut sanat konusuna tekrar gelecek olursak: 70’lerde yaptıklarım fotoğraf kadar figüratifdi. Ama bir insan 40 sene aynı şeyi yapıyorsa, bu o sanaçının ilerleyemediği anlamına gelir. Fikir üretimi bitmiş demektir. Yaratma değil üretme eylemine girmiştir ki, bu bir sanatçının sonudur bence. Bu tekrar ya sanatçının yaratma eylem ve gücünün bittiği anlamına, ya da para eden bir dönemi kaybetme kaygısıyla tekrarlaması yinelemsi olur ki bu o sanatçının sonunu hazırlar. Bunun örneğine günümüzde ve sanat tarihinde çok rastlanır. Tarihe geçmiş bütün sanatçılara bakın. Hiçbiri 20-30 sene aynı şeyi tekrarlayıp durmamıştır.
Benim 70’lerde açtığım figüratif resimlerden oluşan sergilerimdeki eserler, sergi daha açılmadan satılmış oluyordu. Bunu çok yaşadım. Bu durumda “bu resimler iyi satıyor” diye figüratife devam edebilirdim. O zaman da kendime özgü bir dil yaratmıştım ama o yaptıklarım bir süre sonra beni tatmin etmez oldu. Çünkü ben hep kendimi aşmaya çalışıyordum. Bugün gördüğünüz yapıtlarım soyut sayılmasına rağmen, o günden bugüne gelişen bir değişim bu. Figürler zamanla soyutlaştı. Aslında bugün yaptıklarım da figür temellidir ama artık o figürler lekeye, forma ve renge dönüştü. Resimlerimdeki figürler, resim soyut dahi olsa, resmin özünü ve ana yapısını teşkil ediyor. Yani el yazım kırk sene öncesinin devamı. Bana sorarsanız; sanatçının gösterdiği sağlıklı gelişim her zaman figüratiften soyuta doğru olmalıdır.
Ama gene de soyut bir resme bakan kişinin o resmi anlayabilmesi için kültürel bir geçmişi olması lazım, değil mi?
Tabii. Resmi izleyen kişinin bir göz eğitimi olması lazım. Bu da ya sanat tahsiliyle, ya da kitap ve katologlar inceleyip, çok müze ve sergi gezmekle olur. Bazen enteresan şeyler yaşıyorum bu konuda. Mesela atelyeme resim bakmaya gelen bir kişi, gezdikten sonra benim en başarılı bulduğum resmimin önünde durup “bunu istiyorum” diyor. Adamı tanıdıkça ne kadar çok müze gezip, kitap okuduğunu ve böylelikle bir göz eğitimine sahip olduğunu görüyorum.
Ama herkesten bekleyebileceğimiz bir estetik anlayışı değil bu.
Değil tabii. Gene 70’lerde yaşadığım başka bir olayı anlatayım: O zaman resimlerimde genelde su imgesi vardı. Özellikle Anadolu’nun yaşam kaynağı suyu o zamanlar resimlerimde çok yoğun türkiz maviyle vurguluyordum. Hatta bu kullandığım mavi Almanya’da “Güler Mavisi” diye bir imaj yaratmıştı. O resimlerimden birini gören bir Alman bir resmimdeki su imgesini doğa içindeki bir delikten görünen gökyüzü olarak algıladığını söyledi. Yetişkin bir insanın bir göl imgesini doğada bir delik olarak görmesi beni çok şaşırtmıştı. Sonra o resmi o zamanlar 3,5 yaşında olan oğlum Ergin’e gösterip bu resimde ne gördüğünü sordum, “su” dedi. Enteresan bir şey bu; bazı insanların görüşü 3-4 yaşındaki bir çocuk kadar bile olamıyor.
Sanat sanatçı içindir
Peki o zaman. Bu durumda “sanat sanat için midir yoksa toplum için midir?” sorusuna nasıl cevap verirsiniz?
Aslında her ikisi için de değildir. Bence sanat sanatçı içindir. Ben kendim için resim yapıyorum. Sanatçı aslında dürüst ve gerçek bir sanatçı ise kendisi için resim yapar. Ama bu yapıt beğenilir ya da satın alınır, bu başka bir olay. Başta anlatmıştım, daha sanatın ne olduğunu bilmediğim çocuk yaşlarda ocaktan aldığım kömür ile evimizin kapısına, duvarlarına figürler çizerdim. Burda amacım ne sanat yapmak, ne beğenilmekti. İçten gelen bir dürtüydü bu. Resim yapmak bugün de benim için aynı dürtü. Çalışamadığım zamanlar hayatımın en sıkıntılı, en kötü mutsuz anlarıdır. Sanat benim için nefes almak gibi bir şey. Ne zaman çalışırım ve ortaya başarılı bir şey çıkarır imzalarım, bu benim en güzel zamanımdır.
Yani bir hedef kitleniz yok mu?
Hayır, yok. Zaten hiç bir zaman sipariş üzerine resim yapmadım ve yapmam. Bazen küçük formata boyarım. Bazen içimde büyük bir coşku vardır, 5 metrelik tuvale çalışırım. Yani o dönemdeki ruhsal durumum neyi gerektiriyorsa ona cevap veriyorum ben. Acıkan bir insanın iştahla yemek yemesi gibi bir şeydir bu.
Disiplin şart
Biraz da çalışma tarzınızı anlatır mısınız? Ne sıklıkta, ne zamanlar resim yaparsınız?
Sanatçı şu zaman kalkar, şu kadar çalışır gibi kurallar olmaz. Beni en çok mutlu eden şey zamanımı kendi istediğim gibi kullanmam, günümü kendim programlayabilmem. Hava karanlık ve sıkıntılı ise bu her insan gibi benim de ruhsal yapımı etkiler, oturup coşkuyla resim yapamayabilirim. Buna karşın parlak ve güneşli bir havada bir çalışma şevki duyarım. Ayrıca günlük hayatta dış dünyadan gelen etkiler, sorunlar, aile yapısında meydana gelecek olumsuzluklar da beni etkiler. Yaptığım iş bir yaratma eylemidir, üretme değil. Sanatçının ruhsal yapısı yaratma eyleminde büyük rol oynar.
Tüm bunlara rağmen hayatımda, bugün de dahil, bir çalışma disiplinine her zaman sahiptim. Ben hep mevsime göre sabah 6-7 sularında kalkar ve gece 11-12’ye kadar günümü en iyi şekilde değerlendirmeye çalışırım. Her günün sonunda o gün yaşadıklarımın muhasebesini yaparım. Günümün kaç saatini değerlendirdiğime bakarım. Çünkü bu dönüşü olmayan, akan bir zamadır. Eğer günümü iyi değerlendirebilmişsem kendimi mutlu hissederim.
Oysa ki biz ressamları sabaha kadar barda viski içen, öğleden sonra uyanıp canı isterse resim yapan insanlar olarak düşünürüz. Bu da bir önyargı sanırım.
Tabii, ama öyleleri de var. Ama bu tarz benim hayatımda hiç olmadı. Ben hayatımda kahveye gitmedim diyebilirim. Örneğin hiç bir kağıt oyunu da bilmem.
40 yıldır aynı mesleği aynı şevkle yapıyorsunuz. Yapmak istediğiniz herşeyi gerçekleştirdiniz mi?
40 yıl önce bir süre öğretmen okullarında ve Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nde sanat eğitimciliği de yapmıştım, ama evet son 40 yıldır sadece ressamım. Mesleğimi bıraktıktan sonra bu yolu seçtim ve herhangi bir yan uğraşıya girmek istemedim. Yapmak istenilen her şeyi gerçekleştirebilmiş olmak mümkün değil. Yaratmak, üretmek isteyen bir sanatçının eli ve gözü iş gördüğü sürece durmayacak, duramayacaktır. Bu benim için böyledir. Hep yeni tasarladığım ve eyleme koyduğum düşüncelerim var ve onlar var olduğu sürece mutluyum.
Mehmet Güler, bundan sonra ne yapmak istiyorsunuz peki?
Daha önce yağlıboya, gravür, karışık teknik, desen çalışmalarım yanında ağaç heykeller de yapmıştım. Şimdilerde de metal heykel yapıyorum. 2.20 m. boyunda heykeller bunlar. 2005 yılında İstanbul’da Dünya Yayınları’nda çıkan kitabımın şimdi Almancasını hazırlıyorum. Basmak isteyen yayınevi de hazır.
Kitabın adı nedir? Mehmet Güler ne anlatıyor bu kitapta?
Kitabın adı: “Güneşte geçmiş“. Almanca’da da aynı adla çıkacak: “Vergangenheit in die Sonne” Kitapta anlattığım da bugün burda konuştuğumuz şeylerin bir kısmı aslında. Çocukluğumdan Türkiye’yi terkettiğim zamana kadar olan bölüm. Ama bu sadece benim hayatım değil, içinde politika var, kültür var, kritik var. Yani sadece ” ben bunu yaptım, ettim” değil. 450 sayfalık bir kitap, resimler de konulunca 500 sayfa olacak.
Son bir soru; Güzel sanatlar okuyan ve ressam olmak isteyen öğrencilere ne tavsiye edersiniz? Nasıl iyi bir ressam olunur?
Bir kere, tabii ki, iyi bir okulda okumaları gerekir. Şimdi Anadolu’da bir çok güzel sanatlar fakülteleri var ama, hepsinin hocaları yeterli değil. Ayrıca bu tür bir eğitimin ortamı da önemli. Sanatçı olmak isteyenlerin zengin kültür ortamından beslenmeleri gerekir. Anadolu’daki okullar bu olanaklardan yoksunlar maalesef. Tabii ki çok çalışmaları ve büyük beklentilerle yola çıkmamaları gerekir. Yoksa çoğunun sonu hayal kırıklığıyla biter. Her zaman söylerim; bu taşlı bir yola benzer. Kısa zamanda meşhur olup, para kazanacağım gibi bir duyguya kapılırlarsa, büyük bir sükut-u hayale uğrayabilirler. Gençlere tavsiyem; büyük hayaller ve beklentilerle başlamasınlar bu yola. Başarıya ulaşılırsa çok güzel, ama bunun bir garantisi yok. Bu herşeyden önce disiplin, yoğun çalışma ve fedakarlık bekleyen bir uğraşı.
Mehmet Bey, şahsım ve İndigo Dergisi adına teşekkür ediyorum.
Biyografi: Mehmet Güler
1965 Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü (şimdiki Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi) ve 1976 Almanya Kassel Güzel Sanat Akademisi mezunu olan Mehmet Güler şimdiye kadar Amerika’dan Hong Kong’a kadar Dünya’nın bir çok ülkesinde 180 kişisel sergi açtı, uluslararası biennallere, triannellere ve çok sayıda karma sergilere katıldı. Yapıtları bir çok ülkede on yedi ödülle değerlendirildi. Her beş yılda bir yapılan ve dünyanın en büyük sanat etkinliklerinden biri olan “documenta” sergilerinin yapıldığı Almanya’nın Kassel kentinde yaşayan Güler’in eserleri birçok müze ve resmi koleksiyonlarda yer almaktadır. Son olarak 2014 yılında yaşadığı Kassel kenti tarafından “Altın Rozet Onur Ödülü” ile onurlandırılan Güler’in resimlerine, ayrıca, değişik ülkelerde yayımlanan kitapların kapaklarında darastlayabiliriz. Özellikle Yaşar Kemal’in İsviçre Unionsverlag yayınevinden çıkan Almanca kitaplarının çoğunun kapaklarında Güler’in yapıtları kullanılmıştır.