Mutlu olmanın peşinde nasıl sürükleniyoruz?

Mutlu olmak. Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşmaktan duyulan kıvanç durumu. Sizce de çok insafsız bir tanım değil mi? Ve anlam kendi içerisinde bir kavram kargaşası içermiyor mu?

Mutlu olmanın peşinde nasıl sürükleniyoruz?

Biz mutluluğu aradıkça, mutsuzluk peşimizi bırakmıyor. Kime değsen mutsuz, kime değsen mutlu olmanın peşinde. Peki nedir bu tüm dünyanın arzuladığı mutluluk?

Büyüklerimizden duymuşuzdur eskiden insanların daha mutlu olduklarını. Öyle çok eskiden de bahsetmiyorum, yakın geçmiş, maksimum 20 – 30 yıl öncesi. Ki benim gibi 80 kuşağındansanız o “mutlu” insanların dönemine şahit bile olmuş olabilirsiniz.


Teknoloji neredeyse yoktu, şu an her şeyimiz olan televizyon bile her eve yeni yeni girmekteydi, bilgisayar ve cep telefonlarının esamesi bile okunmuyordu. Toplumların gelir seviyesi çok daha düşüktü, sanki şehirler bile daha griydi (aslında sanki değil daha griydi çünkü şu an savaşlara yol açabilecek doğalgaz bile henüz girmemişti hayatımıza) Bacalardan çıkan dumanlar, is ve sis şehirlerin vazgeçilmezleriydi. Sonra öyle şimdiki gibi öyle her istediğini bulup yiyemez, eşine dostuna anında ulaşamaz, her bilgi elinin altında olamazdı. Ve sessiz bir kabulleniş, belki de sadece yaşıyorlardı… Peki bunca zorluğa, noksanlığa rağmen nasıl olur da o insanlar her şeyleri ellerinin altında olan bizlerden daha mutlu olabiliyorlardı?

Aşırı teknoloji zehirlenmemiz, hızlanan hayat, doyumsuzluğumuz, hızla yükselen ( yükseltilen) tüketim hırsı, bizlere dikte edilen “daha iyisi” kavramı ve bizleri tek tip prototiplere dönüştürmeye çalışan ve bununla hem güç hem para kazanan sektörlerin bir parmağı olabilir miydi bu işte?

Dünyadaki en zeki varlık olarak tanımlanan insan nasıl bu düzenin içinde kayboluyor peki?

Çok basit aslında; aptallaştırılıyoruz ve mecbur hissettiriliyoruz. Mesela her gün hepimizin en az günde 2 kez kullandığı diş macunlarının içinde bulunan florürün 1930’larda Alman kimyagerler tarafından Nazi esir kamplarındaki esirler üzerinde kullanıldığını %’de kaçımız biliyor? Florür mutluluk hormonu olan seratonini salgılayan beynimizdeki epifiz bezini kireçlendiren körelten ve vücudumuzun kesinlikle ihtiyacı olmayan bir maddedir. Beyin hasarına sebep olduğu, depresyona sürüklediği kanıtlanmıştır.

Bu maddeyi Ruslar savaşlarda kullanmış hatta şehir sularına karıştırmıştır. Diş hekimlerinin dişlerin sağlıklı olması için gerekli olmadığını açıkladığı bu maddeyi biz hala diş macunları ve sularımızla bedenlerimize alıyoruz. Aynı şekilde mısır şurubu, (kanser dahil birçok hastalık ve yine depresyona neden olduğu kanıtlanmıştır) yıllar önce zehir kategorisine giren ve yasaklanması için savaşılan bu katkı maddesi, içinde Cocacola’nın da olduğu 100’e yakın marka tarafından mahkeme kararıyla zehir kategorisinden çıkarılmıştır. Bunun gibi daha niceleri.

(Burada beslenme dersi vermek istemediğimden daha uzunca bahsetmeyeceğim lakin araştırırsanız tamamen önlemek imkansız olsa da birçoğunu hayatımızdan uzaklaştırmamız mümkün olabilir.)


Sektörler güruh halinde üzerimize geliyor. Yiyecek sektörü, sağlık sektörünü besliyor; sağlık sektörü, ilaç sektörünü besliyor; ilaç sektörü tekrar sağlık sektörünü besliyor. Bir de teknoloji ve medya var. Medya örneğin; insanlığın körelmesi, acizleştirilmesi ve her şeyin kazananların düzeninde gitmesi için, olması gerekeni topluma dikte ediyor, bizler ise önce aptallaştırılıp, amaçsızlandırılıp, kendine bile yetemeyen insanlar haline getiriliyoruz sonra da yapılmaması gereken ne varsa kendimize hedef edindiriliyoruz. “Hiç” iken “daha” yı istiyor, tüketiyoruz. Hem dünyayı hem ruhlarımızı. Çünkü hiçlikte, dahayı bulmaya çalışırken ruhumuzu kaybediyoruz.

Kendi istek, kendi ruhumuz varken bunları bir kenara bırakıp, dikte edilenleri uygulamaya çalışıyoruz.

Kendimizi çaresizce bir kısırdöngüye sokup sonra da işin içinden çıkamıyoruz. Kayboluyoruz; benliğimizde olmayanları amaçlayıp, başarmaya çalışıp, kendimizi tanıyamaz hale geliyoruz. Benliğimizden uzaklaşıp, kendimiz olmaktan vazgeçip, sonrasında kendimizi aramaya ve bu süreçte mutsuzluk ve depresyon yaşamaya sürüklüyoruz kendimizi. Kimimiz kendimizi daha da kendimizden uzaklaştırıp aptallaştırmaktan başka hiçbir işe yaramayan psikiyatri ilaçlarına sarılıyor (ilaç sektörüne +1 ), kimimiz durumu böyle kabullenip mutsuzlaştırdığı hayatını “hayat böyle” diyerek yaşamaya devam ediyor, kimimiz de ki en trajikomiği kendini bu; “zannedip” farkında olmadan yaşayıp gidiyor.

Biz mutlu olmaya çalıştıkça, mutsuzluk peşimizi bırakmıyor. Kime değsen mutsuz, kime değsen mutlu olmanın peşinde. Peki nedir bu tüm dünyanın arzuladığı mutluluk?  Neden Maslow’un piramidindeki an alt basamak sanki mutlu olmakmış gibi hayatımız boyunca her şeye gözümüzü kapatıp mutluluğun peşinde koşuyoruz? Farkındaysanız hemen hemen son 10 yıldır her yerde mutlu olmanın formülleri, sırları veriliyor?

Sözlük anlamı olarak mutlu olmak ; ” Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşmaktan duyulan kıvanç durumu.” Sizce de çok insafsız bir tanım değil mi? Ve anlam kendi içerisinde bir kavram kargaşası içermiyor mu? Üstüne birde ‘yaşam’a tamamen ters bir kavram değil mi? Yaşıyorsun ve ne bir büyücü ne de bir perisin, nasıl oluyor da “özlemlerine” eksiksiz ve tam ulaşabiliyorsun , ulaşabilirsen “özlem” diye bir kavramı nerden biliyoruz ? Yani bu durumda mutlu olmak diye bir tanım yok!

Kendi bile sözlük anlamıyla çelişen ve aslında yokluğunu kanıtlayan bir kavrama ulaşmak için, tüm hayatımızı bunu gerçekleştirmek için harcamamız, belki feda etmemiz ve sonunda hep insan olarak “daha” isteğimiz ve doyumsuzluğumuzla asla kendimizi mutlu hissedememiz size tanıdık geliyor mu?

Peki sadece yaşamayı denesek….

Bu demek değil ki hayallerimiz, hedeflerimiz, isteklerimiz olmasın ya da dünyada mutlu olmak diye bir şey yok, boşuna peşinde koşmayın. Ben naçizane yaşamanın asıl mutluluk olduğundan bahsediyorum. Arzularımız, bahsi geçen özlemlerimiz, hırslarımız, bize dayatılanlar bizi mutsuzlaştırıyor. Şöyle ki yaşamayı ana başlık, arzu ve isteklerimizin gerçekleşmesini alt başlıklar olarak görürsek yaşamak yeterince mutlu edici olmaz mı? Mutlu olmak safsatası altında mutsuzlukların en ağırlarını yaşatıyoruz kendimize. Yaşatmalarına izin veriyoruz. Zor gibi, uygulanması imkansız gibi gözüküyor. Evim olmadan nasıl mutlu olabilirim ya sokakta yaşayan insanlar onlar da mı yaşamaktan mutlu olsunlar? Evet! Her durum bizim için mutluluk sebebi zaten, yaradılışımız / evrilişimiz gereği doğamızda bu var.


Zor gelebilir, karışık gelebilir, deli saçması da gelebilir. Lakin denemeye değer, denedikçe kolaylaştığını görebilirsiniz. İstisnaları saymazsak maksimum 80 – 90 sene yaşayabileceğimiz bu dünyada önce kendi isteklerimize kendimiz karar vermeye çalışırsak prototipler olmaktan kurtulursak onların düzenine uymaktan vazgeçip, ceplerine girecek paralara sermaye etmezsek ruhlarımızı, sadece yaşamayı hedeflersek kim bilir belki başarabiliriz ve tek başımıza kendimiz için kazandığımız bu zaferle gelecek nesillerinde ruhlarını özgür bırakabiliriz.

Kış uykusundayız yanlış anlıyoruz yaşamayı


Açelya Yılmazer
1984 Ankara doğumlu. Başkent Üniversitesi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon bölümünden 2007 yılında mezun olduktan sonra 2007-2016 yılları arası engelli çocuklarla çalıştı. 2016 yılında Uluslararası Hipnoterapist olarak bu alanda çalışmaya başladı. Yazıları İnternet dergilerinde yayınlandı,. İnstagramda @hipnoterapist.acelyayilmazer adlı hesabın sahibi ve halen insanların fiziksel ve ruhsal sorunlarının üzerinden gelmek için çalışıyor. Kitap okumak ve öğrenmek en vazgeçilmezleri arasında. Yaratmayı ve üretmeyi seviyor. İnsanların, doğanın bir yansıması olduğunu ve insanın bu dünyaya bir amaçla geldiğini düşünüyor. Ve diyor ki; "Umarım yazdıklarımdan bir tanesi bile olsun, bir insanın bu dünyada ki amacını bulmasını sağlayabilir..."