Zamansız acılar yaşıyoruz tarifi olamayan

Kaç can daha gitmeli, bu lanetli uykudan uyanmamız için? Daha kaç ev, kor alevler içinde kalmalı bu büyük ve tarifsiz acıyla? Kaç baba ağlamalı ‘oğlum soğuk toprakta yatıyor şimdi’ diye? Ve kaç anne gelinliğini örtmeli zamansız yitirdiği kızının tabutuna?

zamansız acılar

Zamansız acılar yaşıyoruz gülüşler eksik şimdi şarkılar sessiz

Bir gülüştü dudaklarında yaşam her birinin… Hepsinin bedeninde bir umut vardı belki ‘yaşamak tarafı ağır bastığından’… Bilmeleri mümkün müydü ölümün de yaşama dair olduğunu? İnsan kolay kabul edebilir miydi ki ‘buralarda ölümün yanında soluduğunu’?

Ziyan edilemeyecek kadar eşsizdi umutları. Bir gökkuşağının renkleri vardı belki her birinin ellerinde. Dudaklarından çıkan her bir ses neşeydi. Yaşamaya sebepti belki gülüşleri, o en sevdiklerine…


Kaç kez korkusuzca çıkmışlardı sokaklara? Ya da kaç kez korkudan göz bebekleri üşüyerek titremişti? Ellerinde tüten emek ve umut, kaç kez yerini karamsarlığa terk etmişti? Şimdi yaşıyorlar mı hala zihinlerimizde! Ve daha kaç acıyla akıp giden günde, akıllarımızda yaşayabilecekler ki?

Zamansızın ölümü zamansız acılar

pusulaHele zamansızı ölümün; işte o daha da yakıyor insan olanın yüreğini…

Anlayabilmek mi bu acıyı şimdi… İşte o kocaman bir yalan…

Bize yamalı yaşamlar kaldı şimdi, sevgiden uzak! Bir yanı hep eksik şarkılar kaldı nakaratları ağlayan! Ellerimizde hasret kaldı, yüreklerimizde acı. Ve dar zamanların geniş acılara hapsedildiği, aynı zamanda umudun karanlıklara tutsaklığı…

Yitip gitmeyi kader mi saymalı şimdi anlamsız zamanlarda? Her kabulleniş değil mi bir aldanış? Gerçek, manasını yitirmiş bir cümle olup takılmadı mı kapkara sayfalara? Geleceğe dair yazılabilecek umutlu bir satır kaldı mı akıllarımızda?


Ellerimiz… Eskiden umuda alkış tutan… Gelecek güzel günleri yazan, umudu nakış nakış sayfalara aktaran ellerimiz… Artık bir feryadın ortasında, utanarak, saklayacak yer bulamadığımız ellerimiz. Yanıp kül olmuş sayfalara acıyı yazmak zorunda kalan… Acıyı durduramayan, insanlığa ışık tutamayan… Her zaman umudu yazan, ancak tükenmişliğinde nasır tutan ellerimiz…

Gülüşler eksik şimdi, şarkılar sessiz… Yitip giden onca canın ağırlığı üzerimizde… Sokaklar lal olmuş şehirler karanlık… Yürekler ağlıyor zamansız gidenlere…

Ne hayaller havada uçup gitti şimdi o en uzak diyarlara…

Kaç annenin elleri hasret kaldı, koklamaya doyamadığı saçlara…

Kaç baba, ağlıyor sessizce yüreğinin içine…

Ve kaç evlat yanıyor, son bir kez daha saklanamadığı anne/baba kuytusuna…


Kelimelerin eksik kaldığı acıların içindeyiz şimdi… Hep açık kalacak yaraların önünde… Hayatın içinde… Yaşamanınsa en dibindeyiz… Yaşıyor sanarak, yaşayamadığımız kapkara günlerdeyiz…


Sibel İlgör
Yağmurlu bir Nisan gecesinde, umutla doğdu dünyaya... Bilginin asla yeterli olmayacağına inandı hep. Bir adım ötesi mutlaka vardı. Ve o; öteye geçmek için her zaman çabaladı... Gerçeğin ne olduğunu hala arıyor... Edindiği hiçbir gerçek, ona yeterli gelmiyor. Bu noktada; okuyor, yazıyor... Okur yazarlık en baş ilkesi... Ve varoluşunda; okunmadan ve üzerine düşünülmeden yazılan hiçbir cümlenin, güçlü olmayacağını düşünüyor!