Beklentilerim mi? Beklentisiz bir dünya istiyorum çok mu?

Beklentilerim değil de varlığımdı beni gerçekten ben yapan. Belki bir dünyam yoktu, ülkem yoktu, şehrim yoktu. Yalnızca ama yalnızca küçücük bir kasabam vardı ve o kasabamın içinde masum, bir o kadar da tertemiz dostluklar, arkadaşlıklar, ailem, rahmet kokulu toprağım vardı.

Beklentilerim mi? Beklentisiz bir dünya istiyorum çok mu?

Beklentilerimiz varlığımızın önüne geçtiği vakit, anlamlandıramayacağımız esir bir hayatın içinde mahkum olmaya hazırız demektir.

20’li yaşlarının henüz başında olan ben bilemezdim ki bir 10 yıl geçecek de yukarıdaki sözü yazabilecek bir mahkumiyetin sahibi olacağım. O vakitlerde beklentilerim değil de varlığımdı beni gerçekten ben yapan.


Belki bir dünyam yoktu, ülkem yoktu, şehrim yoktu. Yalnızca ama yalnızca küçücük bir kasabam vardı ve o kasabamın içinde masum, bir o kadar da tertemiz dostluklar, arkadaşlıklar, ailem, rahmet kokulu toprağım vardı.

Hatta nefsim ve vicdanımla ben bir kasabaydım. Tüm o sahip olduklarım ise kasabamı süsleyen değerlerimdi de ne yazık ki kıymetini bilemedim.

Her zaman onlardan değil de kendimden beklentilerim olurdu. Kimin sıkıntısı var, kim mutlu, ya da kim yoksun inanın bilirdim de en ufak bir yoksunlukta yanlarına koşardım.

Toprağım bereketliydi ve ektiğim tohumlar adeta rahmet kokardı. Fazla çeşit olmasa da bir yediğim şeyin tadını asla ama asla unutmayıp bir daha isterdim. Hatta yediklerimin varlığı o kadar hakikat ve o kadar doğaldı ki yanaklarım onların şifasından nasibini almışçasına al al olurdu.

Belki bir giydiğimi bir daha giyecek kadardı elbiselerim ama o giydiklerim benim için öyle özeldi ki üzerimden çıkardığım an itinayla dolabıma koyar da kıymetini bilirdim ve ertesi günü olunca dolaba kaldırdığım o elbisem adeta teşekkür edermişcesine etrafımdakilerin gözlerini süsleyip de ışıl ışıl açardı.

En ufak bir kırgınlıkta beni gerçekten dinleyen dostlarım vardı. Açlık, yokluk nedir bilmeyen bu kasabada paylaşmanın hazzı adeta yüreklere işlerdi de komşusu aç iken, kimse tok yatmazdı. Hasta olduğumuzda şifası dağımdaki rahmet kokulu topraktan fışkırırdı.

İşte ben böyle bir kasabaydım ve sonra çok yakınımda kurulan şehri fark ettim. Bu şehirdeki topraktan iri iri salkımlar fışkırıyordu da ben daha önce hiç bu kadar büyük meyveler, sebzeler görmemiştim. Hem renkleri de bir farklıydı ve içlerinde hiç görmediğim başka başka şeyler de vardı. Sonra insanları gördüm. Üzerlerinde rengarenk kumaşlar. Bir giydiğini bir daha giymeyen. Saçlar, kaşlar sanki bir tuale yansımış gibi rengarenk, harika görünüyordu. Bu insanların öyle ki altlarında 4 tekerlekli bir şeye binmişler de ayakları adeta hiç mi hiç yere basmıyordu. Evleri ise bizim kasabanın ardındaki kuleye benziyordu. Sanki her biri göğe açılmış ta aşağı baktıkça insanın başını döndürüyordu.

Bu yer hiç de benim kasabama benzemiyordu. Yedikleri farklı, giydikleri farklı, içtikleri farklı hatta insanları bile çok farklıydı da bu farklılık bana bir an için renkli gelmişti. İşte o vakit, kasabayı bırakıp bir şehir olmaya karar verdim.

Artık ben bir şehirdim ve vicdanımı bu şehrin kültürü ile terbiye etmekteydim. Önceleri alışmakta çok güçlük çektim. Belki havasının ve suyunun değişikliğindendir dedim ve umursamadım. Burada yere basmak ne mümkün. Zaten istesem de yere basacak ne bir toprağım vardı ne de durumum. Olanın üzerine ise yüksek yüksek şatolar inşa edilmekteydi. Önüme gelen meyvelerin, sebzelerin bir mevsimi yoktu. Bolluk vardı, bereket vardı, çeşit vardı dolabımda ama yedikçe yiyesim gelmiyordu. Artık eskisi gibi ocağımda yemek pişmiyordu. Pişirmek istesem kilo alırım korkusuyla kenara koymaya başlayıp, önümde pastorize edilmiş tatsız tutsuz bir süt içinde tahıl, evet onu tüketmeye başladım. Mahallemde değil de bir koşu bandının üzerinde öylece yerimde koşup durmaktaydım. Musluğumdan şırıl şırıl akan o suyun tadını unutmuş, her geçen gün kurumaktaydım. Aldığım kıyafetlerin haddi hesabı yok. Bir giydiğimi bir daha giymiyordum hatta kenara atar olmuştum. Olmayana vermek mi yooo… Olmayan diye bir şey de yoktu.

Tüm bu ihtiyaçları karşılayabilmek için ise sürekli çalışıyor, çalışıyor ve yine çalışıyordum da sevdiklerimin, değer verdiklerimin yüzünü unutmuştum. Ne vakit görmek istesem bir yorgunluk kaplıyordu bedenimi. Buradaki çocuklar da çok mutsuz. Bir manyetik ekranın içine sıkışmış kalmıştı dünyaları da hem sağlıklarından oluyordu hem de özgürlüklerinden. Hayal kurmaktan, güzel olanı istemekten yoksun kalmış bu çocuklar dışarı çıkmaktan da korkuyordu.

Biliyordum ki artık ben bir şehirdim ve içimi dolduran insanlar mıydı ışıl ışıl olan yoksa ben mi bilemedim. İçimde türlü türlü değerler ve o değerlerin içinde ise farklı farklı hüzün dolu hikayeler. Dokunmaya çalışsam da başaramıyordum. Nereye dönsem, neye tutunmaya çalışsam elimde kalıyordu. Benim gibi beklentilerini varlığının önünde tutan nice değerler de ne yazık ki bir mahkumiyetin kölesi olmuş gibi çok yalnızdı. Üretmek diye bir şey yoktu bu şehrin içinde. Üretilen her ne olursa olsun ustaca tüketmek vardı…


Yorulursan, aç kalırsın diyen bir zihniyet… Peki, şu an için yorulmuş muydum? Hayır…

Belki yaşımın vermiş olduğu toyluktan bilemem ama henüz yorulmadım. Hatta bu şehirdeki hayat mücadelesindeki savaş zevkli bile geliyor diyebilirim. Kendimden ötesi yok, kendimi bilesim mi? Kimbilir…

Bana arkadaşlık eden gölgem miydi yoksa beklentilerim mi?

İşte böyle diyerek terfi edip bir ülke bile olmayı başarabilmişti nefsim. Ülkemi sarıp sarmalayan, içini dolduran değerler malesef ki kötü bir sistemin kurbanı olmuşçasına sürekli ama sürekli çalışıyor, çalıştıkça da sürekli harcıyor, harcadıkça sürekli borçlanıyor, borçlandıkça borcunu ödeyebilmek için sürekli plan yapıyor, plan yaptıkça sürekli ayakta kalabilmek için başkalarının hayallerinin gölgesine tutunup onlara zarar veriyor, zarar verdikçe de bir süre sonra yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça da malesef ki sürekli isyan edip nefsinin gölgesinde kaybolup gidiyordu.

Evet ben bir ülke olmuştum. Farklı farklı değerler. Her biri bir başkasının attığı adımın boşluğunu adeta dolduruyor, onun huzursuzluğunu yaşıyordu da ben onların bu huzursuzluğu karşısında hiçbir şey yapamıyordum. Çünkü onlar gibi ben de beklentilerimin ötesine geçip de varlığımı ne yazık ki hissedemiyordum.

Peki; tüm bu yolculuğum esnasında bana arkadaşlık eden şey neydi? Gölgem miydi yoksa beklentilerim mi bilemedim derken nefsimi fark ettim.

Kasaba da şehir de ülke de aslında benim nefsimden ötesi değildi ve ben varlığımı nefsimin gölgesinde bıraktıkça beklentilerim gibi nefsim de değişimden nasibini almıştı.

Yediğim meyveden, içtiğim sudan, tükettiğim gıdadan, yüzüme sürdüğüm kimyası bozuk boyadan, kaldığım soğuk ve enerjisi düşük odadan, amacı ve gayesi yalnızca ömrü tüketmek olan amaçlardan nem kapıp da şu an ne yazık ki hasta düştüm.

Deseniz ki 20’li yaşlarındaki o küçücük kasaba mı yoksa 30’lu yaşlarda elde ettiğin ülken mi?

Ben bir kasabaydım ve toprağımdan rahmet fışkırırdı. Sonra şehir oldum toprağımdan rahmetsiz rahmet doğuverdi. Ülke oldum toprağımın kuru olduğunu öğrendim.  Dünya olsam belki de yok olur giderim. Kim bilir…

Şimdi söyleyin bana; Ben 10 yıl öncesindeki kasaba olarak kalıp da o kasabanın toprağını mı korumalıydım, yoksa şu anki gibi ülke mi olmalıydım?

Beklentilerimi varlığımın önünde tutan ben ile şu anki ülkemizin hatta ülkemizin içini doyuran sizlerin durumunu varın gelin siz kıyaslayın da asla ama asla beklentilerinizi varlığınızın önünde tutmayın.


Çünkü beklentiler varlığımızın önüne geçtiği vakit anlamlandıramayacağımız esir bir hayatın içinde mahkum olmaya hazırız demektir.

Kariyerizm: Kurumsal kölelik