Nereden bilebilirdik: Bir dönemin 20’li yaşları

Nereden bilebilirdik ki… Aslında bizim jenerasyonun aklı havada hiç olmadı, kendine has bir ağırlığı bir olgunluğu vardı, belki de ondandı kurulan hayallerin ayaklarının yere basması, uçarı gençlikten uzak, yakın tarihe meraklı, darağacındaki üç fidana hayran, kendi içinde eleştiren ve sorgulayan soru soran bir nesil.

Nereden bilebilirdik: Bir dönemin 20'li yaşları

Anadolu’nun orta şehirlerinde, hayal kuracak ve gelecek için planlar yapacak kadar şanslıydım yirmili yaşlarımda ve yaşıtlarımdan daha erken olgunlaşacak kadarda ağırdı yüklerim omzumda.

‘Erken büyümek avantajlıdır’ derdi aile büyükleri; sorumluluk almalı ve hayatı öğrenmelisin.


Anlamındaki derinliği çözemeden bu dahice cümlenin gölgesinde korku besledim yıllarca ve şimdiki yaşımda ve o zamana ait olma fikri beni de yokladı bir hayli zaman.

Aklım havada değildi ama gözlerim yıldızlardaydı hep, terasta balkonda en yıldızlı geceleri kovalamak için battaniyeye hamallık ettiğim kaç gece.

Aslında bizim jenerasyonun aklı havada hiç olmadı, kendine has bir ağırlığı bir olgunluğu vardı, belki de ondandı kurulan hayallerin ayaklarının yere basması, uçarı gençlikten uzak, yakın tarihe meraklı, Dar ağacındaki üç fidana hayran, kendi içinde eleştiren ve sorgulayan soru soran bir nesil.

Mesela günlük gazete okurdum pek çoğu gibi, kupon biriktirip o meşhur ansiklopedilerden alıp içinde bir parçada olsa merakıma katkı sağlayacak resim ve yazıları okumanın sabrıyla büyüdüm, yaşadığım her şehre ait kütüphane kartım olurdu hep, ne mutlu olurdum zannederdim ki tüm kitaplar benim. Yaşıtlarım hatırlarlar, beyaz kuşe kağıda basılı kokusunu çok sevdiğim Bilim ve Teknik (teknoloji) dergisi vardı her bir satırını tane tane bir günde okuduğum ve yastığımın altında bir diğerini alana kadar bıraktığım…

Eğlencelerimiz kaliteli olurdu sadece toplaşıp oturmak olsa bile gezdiğimiz gördüğümüz keşfettiğimiz ne varsa paylaşır konuşurduk. Öğretmenlerimize yalnızca aşık olurduk, ne kaba davranır ne dalga geçer ne döver ne de söverdik.

Alevi – Sünni konuşmaları ayıplanırdı ( bırakın bu işleri okumanıza bakın siz derdi büyükler ama Sivas olaylarını bir türlü anlayamazdık ), sağcısı solcusu aynı masada münazaraya tutuşur, dualar milletimizin askerine ve polisine edilirdi, tek bir şehit haberi aylarca boğazımıza otururdu bir yumruk gibi. Herhangi bir yerde zulümle ölenin dini dili kimliği cinsiyeti hiç önemli olmazdı, insan olması yeterliydi çirkinliği haksızlığı kınamak için.

Mahallelerimiz aile gibiydi yediden yetmişe güven duyar, mahallenin genç kızları ve delikanlıları olarak küçükleri kollar büyüklere yardıma koşardık.

Ramazan geceleri sahur davulcusu ile halay çeker, güzel kokular gelen mutfaklara dalardık samimiyetle…

Şehir efsaneleri duyardık arada ama sadece duyardık.


Suçlular kollanmaz, hırsızlar hoş görülmez, küslükler uzamazdı… ‘Adalet er geç yerini bulur’ sloganımız hiç şaşmazdı.

Aşklarımız efsane olurdu, ne gözlerinin içine bakabilirdik heyecandan, ne teninin sıcaklığını hisseder ne dudaklarının tuzundan haberdar olurduk, yalnızca ele – ele tutuşmanın tavan yaptığı kalpler taşırdık.

Mektuplar yazar kartlar atardık bayramlara yeni yıllara arkadaşlara, sevdiğimiz sanatçılara hatta futbolculara… Tugay Kerimoğlu’ndan poster almışlığımız bile var.

Ve bizden sonraki nesil ne şanslı derdik, bilim çağına teknoloji çağına doğacaklar ne müthiş şartlara ve erişimlere sahip olacaklar derdik. Kendi hayallerimizi bir kenara bırakıp onların yaşam kalitesini ve akabinde gelişecek olan ülkemizin dünya devleri arasındaki yerini tartışırdık.

Nereden bilebilirdik ki

Nereden bilebilirdik ki teknoloji ilerlerken insanlık gerileyecek. Nereden bilebildik ki insanca duygular körelip bilim kurgu filmlerindeki gibi insanlar mekanikleşecek, saygıdan ve sevgiden eser kalmayacak.

Ve nereden bilebilirdik ki fikren ve ilmen ilerlemek kaçınılmazken karanlıklara teslim olacağımızı.

Ve nereden bilebilirdik ki Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı ve pek çok değerli insanın kanı yerde kalacak ve dedikleri bir – bir gerçek olacak.

Ve nereden bilebilirdik ki Ahmet Necdet Sezer gibi kıymetli insanların bürokrasi tarihimizin en son parıltısı olacağını.

Ve nereden bilebilirdik ki koltuk kavgası ve iktidar hırsı nedeniyle yıllarca içten içe kandırılıp yanlışa dur diyenin kalmayacağını.

Ve nereden bilebilirdik ki bizden öncekilerin daha şanslı ve bizden sonra gelenlerin ise yanlışlara bu kadar aşına kalacağını.


Ve nereden kestirebilirdik ki hayata dair  bu kadar cılız bir ses olarak kalacağımızı.


Nihal Çalışkan
1980 Nisan doğumlu. Kendini ve hayatı keşif sürecinde, hayatına giren her bir ruhta kendini buluyor. Dünün dünde kaldığını hatırlatıyor bazen kendine, bugünü, anı yaşamanın keyfini sürmek en büyük derdi. Bilinmeyen on yüz bin ihtimalli yarına umutla ve keyifle ve neşeyle ve merakla gözlerini dikmiş durumda. Bilinmeyeni öğrenmek, görünmeyeni görmek, duyulmayanı duymak çabasında. Farkındalıklarını artırıyor ve şifa ve şefkat ile bazen hırçın, bazen deli dolu, bazen sakin, bazen çocuk gibi bazen çok keyifli ve bazen de uzun uzun susarak sadece sevmeyi bilen kalbi ile yaşıyor…