Parapsikoloji alanına giren hipotezlerin çoğu “fringe” ya da “sözdebilim” olarak etiketlenmekte ve bilim camiası çoğunlukla ikiye bölünmektedir. Peki nedir parapsikoloji? Bilim dalı sayılabilir mi?
Sözdebilim, (Pseudoscience) bilimsel olarak tanımlanmakla birlikte bilimsel çalışmaların gerektirdiği standartları taşımayan veya yeterli bilimsel araştırma ile desteklenmeyen bilgi, metodoloji, inanç ve pratikler bütününe verilen isimdir.
İlk kez 1843 yılında kullanılan ve Yunanca’da sahte, sözde anlamına gelen “pseudo” ile İngilizce’de bilim anlamına gelen “science” sözcüklerinin birleştirilmesiyle türetilen bir isimdir. Kelime genellikle negatif bir bağlamda kullanılıyor ve bilim olarak etiketlendiği halde bilim alanına girdiği düşünülmeyen şeylerle ilgili küçümseyici bir yan anlamı da içeriyor. Sözdebilim yapmakla eleştirilen kişiler, doğal olarak bu sınıflandırmayı kabul etmiyorlar.
Parapsikoloji bir bilim dalı mı?
Parapsikoloji ise duyular-dışı algılama, psikokinezi, reenkarnasyon gibi konulara ilişkin olan, paranormal(normal ötesi) olayların deneysel yöntem yoluyla çok “disiplinli” etüdü olarak karşımıza çıkıyor.
Parapsikologlar tarafından, telepati, durugörü gibiparanormal yetenekleri, psikokinezi fenomenini ve diğer çeşitli psişik fenomenleri konu alan bir araştırma alanı olarak görülüyor.
Parapsikolojiye, halihazırda sekiz üniversitede okutulmasına karşın, ABD’de ve birçok ülkede “sınır-bilim” (fringe science) gözüyle bakılıyor; çünkü araştırmaları ABD’deki bilim insanlarının büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiş “standart varsayım numuneleri” içinde henüz yer almamaktadır.
Parapsikoloji yurtdışındaki üniversitelerde ders konularına girmiş durumda
Parapsikolojik araştırma, laboratuar araştırmasını ve bilimsel alan çalışmasını içeren bir dizi yöntem gerektirir ki günümüzde bu metodolojik parapsikoloji araştırmaları bazı özel laboratuarlarda ve dünyanın çeşitli üniversitelerinde sürdürülüyor.
Bununla birlikte, günümüzde parapsikolojik araştırmalara etkin olarak destek veren üniversiteler, tüm üniversitelerin sayısına oranla çok fazla değil. Bu tür akademik araştırmalar özel parapsikolojik yayınlarda, bazı parapsikolojik araştırmalar da geleneksel gazetelerde makale olarak yayımlanmaktadır.
ABD’li parapsikologlarca sürdürülen deneyler iki alanda ya da iki yöntemde yoğunluk kazanmıştır. Kullanılan temel yöntemlerden biri, psikokinezinin varlığını ortaya koymak üzere RNG yöntemidir, diğeri duyular-dışı algılamanın varlığını ortaya koymak üzere de uyaranlardan yalıtılmanın söz konusu olduğu “Ganzfeld uyarımı”dır.
Bunlardan başka, parapsikolojik araştırma deneylerinin bir kısmını da, ABD’de, “gezici (coğrafi) durugörü” olasılıklarını incelemek üzere, devlet sözleşmesi altında sürdürülen araştırma deneyleri oluşturmaktadır. Bu deneyler daha çok, durugörü ile kullanışlı casusluk bilgisi elde edilip edilemeyeceğini incelemek için yapılmaktadır. Bu deneylerin sonuçları bazı parapsikologlar tarafından psişik yeteneklerin varlığının bir göstergesi olarak değerlendirilir.
“Parapsikoloji bir bilim dalı mı?” sorusu henüz kesin olarak cevaplanabilen bir soru değildir, çünkü bilim dünyası evet, hayır ve çekimser cevaplarla bölünmektedir.
Belirli bir bilgi, metodoloji, araştırma ve uygulama alanının gerçekten bilimsel olup olmadığıyla ilgili standartlar araştırma alanına göre değişkenlik göstermekle birlikte yeniden üretilirlik ve farklı özneler tarafından doğrulanabilirlik gibi temel prensipler aynı kalmaya devam etmektedir.
Bu ilkeler belirli bir fenomenle ilişkili hipotez veya teorilerin başkaları tarafından da geçerli ve güvenilir olup olmadığını tespit etmek için daha ileri araştırmalara imkan veren ölçülebilirlik veya yeniden üretilebilirliği sağlamaktadırlar. Bu ön şartlar bir araştırmaya doğrudan veya dolaylı olarak önyargıların hakim olmasını önlemektedir.
Hiç şüphesiz ki her yeni gelen bilgi önce bilim tarafından reddedilir. Parapsikoloji alanına giren hipotezlerin çoğu ise marjinal, “sınırbilim” veya “sözdebilim” olarak etiketlenmekte ve bilim camiası çoğunlukla ikiye bölünmektedir. Parapsikolojik olguların bilimselliğine inanmayanlar genellikle çoğunluğu oluşturmaktadırlar, ancak özellikle 2000’li yıllarda yapılan birçok deney ve göstergeyle bu bakış açısı değişmeye başlamaktadır.