13 yaşında zorla evlendirilen, 16 yaşında kocası ölen, iki çocuğu ve kuması ile ortada kalan, kaderine boyun eğme yerine, mücadele etmeyi seçen Hatice Keskin’in gerçek yaşam öyküsü. Gece vakti kadrajıma girip konuştu Ödüllü Kısa filmi Zen – A Woman ile.
Zen – A Woman ödüllü kısa filmi gerçek yaşam hikayesini anlatıyor
Şaşırtıcı hikaye değil. Sık rastlanır ve kurban olmayan kahramanları tarafından da son derece olağan karşılanır.
13 yaşında zorla evlendirilen, 16 yaşında kocası ölen, iki çocuğu ve kuması ile ortada kalan, kaderine boyun eğme yerine, mücadele etmeyi seçen Hatice Keskin’in gerçek yaşam öyküsü. Gece vakti kadrajıma girip konuştu Ödüllü Kısa Film’i Zen – A Woman ile.
Kadrajımı devirdi, merceğimi kırdı. Ama gözüme batan camlar değil beni ağlatan.
Bir kere daha psikoloji, ruhbilimi ve insan gizemi devrildi onları taşıdığım yerden.
Kadın soyunun ve hatta İnsan soyunun yeryüzündeki varlıksal yeri kendini önüme serdi çıplak bir şekilde. Keşke bir kadının çıplak bedeninde olmasaydı. Başka şekilde olsaydı.
Bu seneye girerken de birkaç ay önce, hayatın o güzel gerçeği, yaşadıklarının üstüne bugün var olabildiğine şaşırdığım eski hayat kadını Ayşe Tükrükçü ile sonsuz bir cüretle dikilmişti karşıma.
O gün de sevgili Toplum Gönüllüleri Vakfı ile Robert Kolej Mezunlar Derneği’nin ortaklaşa düzenlediği ‘Yaşayan Kütüphane’ye girerken aklımda yalnızca ‘toplum tarafından ön yargı ile karşılanan’ kişilerle görüşme imkanı yakalayacağımız; kalbimde ise bilmediğim bir dürtü ile yanan olgun bir ateş vardı.
Robert Kolej’den dönem arkadaşım olan Murat yanımda, listeye bakıyorduk. Elimi koydum ve ‘Eski seks işçisi’, ilk onunla görüşelim dedim.
Yıllardır sanki ‘bana çok uzaklar’ der gibi hayatın bu kesimine mesafe koymak için kullandığım elimin parmağı; geneleve satılarak ömrünün yarısını orada harcamak zorunda kalmış bu kadının ismini işaret etmişti. Elimi kendime daha bir ait hissediyordum salona geçerken. Neye yaradı bilmiyorum. Biraz sonra, bedeninin hiçbir yanını kendine ait hissedemeyen birinin karşısında oturacaktım. Ayşe Tükrükçü’nün karşısında.
‘Bayramlarını nasıl geçirirsin? Bilir misin, bizim için bayramlar cehennemdi… Sabahtan başlardı…’
‘Limonlu kahve ne demek bilir misin? İçtiğin zaman üst üste, regl’in durur. Her doktor kontrolünden önce içerdik.’
‘Sen hiç bodrumda işkence gördün mü ‘…’ kişiyle beraber olmak zorunda kaldıktan sonra? Söyler misin bana namus nerede? Biz miyiz namussuz olan, yoksa bizi bu durumda bırakanlar mı?’
Bakışları içime işliyordu, küçücük kaldı göz bebeklerim ve bedenim, yükselip yükselip defalarca kül olmuş acısının karşısında.
Bedenini, ruhunu ve gözlerini nasıl ayakta tutuyordu, hayretle baktım. İnsan haysiyeti adına yerine dibine mi geçeyim, acıya katlanma sınırları karşısında yükseleyim mi… Ama Ayşe daha felsefik sorular soruyordu, benim kafamda bildiğim tüm felsefeler devrim devrim devrilirken kendilerine yer bulamayıp.
Zen – A Woman Belgeseli
Ben kafamda bir devrimle çıktım o akşam o salondan. O devrim bir bayrak daha dikti toprağa biraz önce Zen – A Woman, Hatice Keskin’in belgeseli ile. Kendimi ne feminist ne anti – feminist olarak tanımlarım. Tüm –ist’lere uzağım. Ama insan bedeninden kaçış yok, canlar. O bedene yapılan acılara yakın durmadıkça bir gün mızrak hiç tahmin etmediğimiz yerlerden bize dokunacak.
Ölümden korkarken biz tir tir titreyerek, her gün defalarca ölenler; ruhlarını kimlerin öldürmesi için teslim etme hakkına bile sahip olmayanlar var. Mesele kadın meselesi, mesele töre, mesele hak hukuk değil.
Mesele İnsan’ın çizme boyutlarını çoktan aşmış.
Bu çizmeler bizi artık götürmüyor. Çıplak ayak olmak gerek.
Çıplaklığı artık dehşet verici öykülerin bir numaralı malzemesi olarak değil; İnsan Ruhunun arınmışlığı olarak duyma, onu arzu etme vakti.
Evet, arada alemler dizilir bu iki sahne arasında. Ne var ki adım hakkımız bir ya da birkaç.
İnsan’a yaraşır olan tek adımda silmektir bu iki zıtlığın arasına gerilmiş olan Cehennemi.
Düşeceğimiz cehennem budur günahlarımızdan ötürü. Bahsedilen cehennem bu iki bilinç boşluğunun arasını doldurmaya evvelde söz verip de yapmamış olanın düşeceği ızdırabın cehennemi.
Bunları yazarken arkamdan bana eşlik eden bir ‘film müziği’ var. ‘Yağmurdan Önce’ (Before the Rain) filminin müziği. Film töre nedeniyle öldürülen küçük bir Arnavut kızını anlatır.
Filmde hiç durmadan tekrarlanan bir dörtlük vardır: ‘Zaman asla ölmez. Çember yuvarlak değildir.’ (‘Time never dies. Circle is not round.’)
Bu insanlar için zaman asla ölmüyor ve çember yuvarlak değil, dümdüz bir ip gibi; ucu hep başkaları tarafından tutulan.
Bu gece devrim’imi bir kez daha hatırladım. Devrimimin yüz değil, yüzbir boyutlu olduğunu sezdim. Bu bana, diğer boyutları için ön izlenim veriyor ancak.
Devrimi ister kalbinde, ister kafanda, ister gazete sayfanda yaşa. Devrilen, artık rahat koltuğunda oturamaz. Düştüğü yerden nasıl kalkacağı kendi bileceği iştir.
Ben kalkıyorum. Bu cümlem de ilk kalkışımın son satırıdır.
Bir gün hepimizin kalktığımız yerden Tek Bir Sevgi Tahtına oturacağımızın kesinliği ve eminliği ile…
***