9 Kasım 2038 yılında adı Louis olan 18 yaşındaki ABD’li bir genç, bir haftalık tatilini geçirmek için Ankara’ya gelir. 10 Kasım’da ise Ankara’da, yerin beyaz, göğün kırmızı olduğunu görünce şaşırır ve tanıştığı yaşlı biriyle sohbete başlar…
10 Kasım 2038 tarihinde Anıtkabir’de Amerikalı bir genç
ABD vatandaşı olan 18 yaşındaki Louis bir haftalık tatil için 9 Kasım 2038 tarihi akşamı Türkiye’ye gelir ve ilk durağı Ankara’dır…
Ankara’da daha önceki ismi Anadolu Meydanı olan ve o tarihte ismi Tandoğan Meydanı’na geri çevrilen beş yıldızlı lüks bir otele gelir.
Otelin resepsiyonisti Louis’e otelde ne kadar kalacağını sorar.
“3 gün kalmayı düşünüyorum”
“Sizin için yarın zor bir gün olacak öyleyse.”
Louis küçük bir tebessümle “neden?” diye sorar…
“Mr. Louis, çünkü yarın 10 Kasım, milyonlar Ankara’da olacak ve hiçbir açık yer bulamayacaksınız!”
Louis şaşırır, heyecan ve sabırla yarının olmasını bekler…
Hemen odasına geçip derin bir uykuya dalar…
10 Kasım 2038, sabah saat 7 suları…
Louis odadaki aydınlığı görünce yataktan hızla kalkar ve manzaralı odasının camından perdesini açtığında gözleri büyür, ağzı açık kalır; rengi değişir!..
Adeta yer beyaz; gök kırmızı ve sokaklarda insanlar aynı noktaya doğru yürüyorlar…
Hemen sokaktaki insanlar gibi olmak için kırmızı kot pantolonunun üzerine beyaz bir tişört giyer ve sokağa hızla fırlar…
Otelden dışarı adımını attığında kendini kalabalığın içinde bulur…
Havaya kalkmış ellerde bayraklar, insanların üzerleri kırmızı beyaz…
Louis gerçekten çok şaşırır, hayretler içerisindedir; adeta Ankara’da iğne atılacak yer yoktur, her yer insanlarla dolmuş, araç yerine genci yaşlısı, kadını erkeği ile milyonlarca insan sokaklarda; sadece Ankara’dan değil, Türkiye’nin her yerinden…
Louis ilk defa bu kadar insanın bir araya geldiği kalabalık görmüştür. İnanılmaz bir yoğunluk… Resepsiyonistin dediği gibi her yer kapalı; binalar, işyerleri Türk bayrağıyla örtülmüş…
Louis bu heyecanı daha önce hiç yaşamamıştır ve aklında bir soru vardır: “Bu insanlar tek yürek olmuş nereye yürüyor?”
Aklındaki sorunun cevabını aramak için gözünde gözlüğü, elinde bastonu olan oldukça yaşlı ama bir o kadar dinç birine yaklaşır…
“Merhaba efendim, ben Amerikalıyım, adım Louis. Size bir şey sorabilir miyim?”
“Ben de Mustafa, tabi sorabilirsin.”
“Efendim, bu insanlar nereye yürüyor, herkes aynı noktaya yönelmiş, herkesin üzeri kırmızı beyaz ve ellerde bayrağınız…”
“Biraz daha sabredebilir misin Louis, ondan sonra sorduğun sorunun cevabını bulacaksın?”
“Tabi efendim.”
Bir süre daha yürüdükten sonra, “Louis geldik işte!”
“Burası neresidir Mr. Mustafa, ve hala akın akın gelmeye devam ediyor insanlar?”
“Louis, burası Anıtkabir; bizim Ata’mızın son durağı, yani Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ebedi istirahatgahı…”
“Ama burası mahşeri bir yer ve hala arkamızda insanların oluşturduğu kilometrelerce uzunluk… Neden bu kadar büyük kalabalık, neden bu kadar insan buraya geliyor?”
Neden mi? Bak Louis; babam, ben doğduğumda adımı Mustafa koymuş. Büyük bir Atatürk hayranı, Atatürkçü bir insandı. O yüzden Atatürk’ün bir diğer ismi olan Mustafa ismini bana vermiş. Her zaman onun gibi cesur olmamı istemiş…
Ben gençliğime geldiğimde her daim Atatürk’ü eleştirdim. Hep sağ – muhafazakar bir kimlikte oldum ve Atatürk’ü dini yönden eleştirdim. Tabi, o zaman bilgili olduğumu düşünürdüm; okumayan bir cahilmişim halbuki…
Bu ülkede birçok insan, kendi çıkarları doğrultusunda siyasi tarafını seçti… Bunlar arasında her kesimden insan var… Bürokrat; sağ – muhafazakar, bir parti başa geldiğinde badem bıyık bıraktı, sol kesimden bir parti başa geldiğince ise bıyığını olabildiğince uzattı…
Bir öğretmen, okul müdürü olmak için siyasi iktidara yaranmak için kimi zaman bir dini örgütün en yakınındaymış gibi göründü, o örgütün yaptığı ev toplantılarına gizli gizli katıldı. Kimi zaman da solcu olduğunu göstermek için sol – devrimci türküler dinledi…
Bazen bir baba, Atatürkçü olmasına rağmen, oğluna daha iyi bir iş bulabilmek için, Atatürk’ü yok sayan, Atatürk’ü dinsiz, içkici gösteren içi dışı kara bir partinin üyesi oldu, onun toplantılarına iştirak etti…
Bazen bir anne, oğlunun devlet memuru olup garanti maaşı, sabit bir işi olması için çocuğunu istemeye istemeye siyasi iktidarın bir zamanlar desteklediği dini bir örgütün kucağına teslim etti; ama anne istediğini de yaptı. O çocuklardan kimi polis, kimi hakim, kimi savcı oldu… Çünkü siyasi erk, o dönemde bu cemaat grubunun güçlü bir destekçisiydi…
Bu ülke öyle günler gördü ki, öyle acılar yaşadı ki Louis!..
Ama biz Türk milleti olarak bir türlü akıllanmadık; hep güç kimdeyse onun yanında olduk, haklıyı korumadık; haksızın yanında yer aldık gücümüze güç kattık, zengine destek verdik, zayıfı ezdik.
Bazen bir politikacımız “Benim memurum işini bilir!” diyerek tabiri caizse rüşvete göz yumdu!..
Bu ülkede 1950 ile 1960 yılları arasında en büyük sağcı olduk; darbe yapılınca asker güçlü oldu, askerin yanına geçtik.
Asker, 1980 yılında bir darbe yaptı ve yine güçlendi, bu sefer yine askerin yanında yer aldık. Öyle ki Paşa’nın yaptığı anayasaya %90’nın üzerinde evet dedik ve sonra gittik Paşa’nın yaptığı o anayasa ile 30 yıl sonra kendisini yargıladık…
Bizim için hep somut şeyler öncelikli oldu, örneğin yolların yapılması; çay, şeker, makarna, bulgur dağıtılması gibi; ancak hiçbir zaman demokrasi, hukuk, özgürlükler dikkat çekmedi. Gencecik çocuklar sokaklarda dövülerek öldürüldü; hem de bizim polisimiz, bizim esnafımız tarafından. Biz ne dedik? “Polis destan yazdı!” dedik…
Bir adam çıktı, yıllarca din üzerinden siyaset yaptı; Kuran’ı, mitinglerde siyasi rant için elinde salladı. İnsanların mezhebi üzerinden ayrıştırdı; böldü, kutuplaştırdı. Bunun üzerinden oy kazandı. Allah, peygamber, namaz, oruç dedi, oyuna oy kattı. Zaman geldi tek millet, tek vatan dedi; en büyük milliyetçi oldu. Kimi zaman ise “Ben her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alıyorum” dedi, istediği kalıba girdi. Halkı istediği gibi şekillendirdi…
Bunun karşısında sen ne yaptın dersen; ben de bu adamları o günlerde alkışladım, destekledim, oy verdim; yani ben de gücün yanında yer aldım.
Atatürk’e gelince hiçbir şey söylemiyor, liberal bir siyasi çizgide ilerliyordu; ancak daha sonra nüfuzunu güçlendirdikçe yani yasamayı, yürütmeyi, en sonunda yargıyı da ele geçirince işler çığırından çıktı!..
Bir süre sonra tek adam olma düşüncesi ülkeyi felakete sürükledi… Ülke yangın yerine döndü! Demokrasi diye bir kavram kalmadı. Önce kitaplar toplatıldı, muhalif gazete ve dergiler kapatıldı. Ardından televizyon kanalları geldi.
Bu kadar mı? Hayır! Ardından tutuklanan gazeteciler sırayı aldı; daha önce asker, polis nasıl içeri alındıysa bu kez de gazeteciler…
Boyumuzdan büyük işlere kalkışıp burnumuzu diğer ülkelerin egemenliklerine soktuk; bu tam bir pisliğe bulaşmaktı, öyle de oldu…
Ve bir gün olan oldu; bu partinin lideri partiyi beraber kurdukları insanları teker teker tabiri caizse partiden sildi attı. Daha sonra kendisi bir gün silindi gitti ve parti, daha önceki partiler gibi tükendi ve biz, yine bu adamlar başımızdan gittikten sonra olanları anladık… Türkiye öyle bir yola girmiş ki, bu partinin aşığı olan ben, o günden sonra utancımdan bu partiye oy verdiğimi kimseye söyleyemedim; diğer ülkenin yarısında olduğu gibi…
O günden sonra hepimiz şunu anladık ki ATATÜRK bu ülkenin tek ve vazgeçilmez lideridir.
İşte Louis, bu kalabalık, 10 Kasım 2038 olan bugün, Atatürk’ün ölümünün 100’cü yılında bu yüzden burada!..