29 Mayıs 1969 yılında Hessen’de dünyaya gözlerini açan Selçuk Cara, sadece Türk asıllı bir Alman yazar değil, aynı zamanda bas bir opera sanatçısıdır. Wagner sanatçısı olarak da tanınan Cara, Alman birçok tiyatro eserlerinin de yorumcusu olarak tanınmaktadır.
Almanya’da yaşayan bir Türk olarak yaşamının zorluklarını, gelin Selçuk Cara’dan öğrenelim…
Türk kökenli olan Selçuk Cara, ses sanatçılığı hakkındaki ilk deneyimini, Hessen radyosunun gençlik korosunda edinmiş olup, Frankfurt am Main’da Johann Wolfgang Goethe Üniversitesi’nde felsefe eğitimi almış. 1992 yılında yine Frankfurt am Main’da bulunan Müzik ve Görsel Sanatlar Yüksekokulunda Antonis Papakonstantinou önderliğinde müzik eğitimine başlamış. 2006 yılından beri opera ve konser sanatçısı olarak sanat yaşamına devam eden Cara, çeşitli filarmoni orkestraları da dahil olmak üzere hem yurtiçinde hem de yurtdışında performanslara imza atıyor.
Ses sanatçısı kimliğinin yanı sıra, rejisör olarak da karşımıza çıkan Selçuk Cara, 2009 yılından itibaren Schwerte’de bulunan Ruhr Akademi’de rejisörlük eğitimi alıyor; 2012-2015 tarihleri arasında da Dortmund Yüksek Okulunda rejisörlük (Szenografie) ve iletişim üzerine olan, film konusu ağırlıklı master eğitimini tamamlıyor. Cara’nın çevirmiş olduğu ödül alan filmleri de bulunuyor.
Ses sanatçısı ve rejisör kimliklerinin yanı sıra, yazar olarak da karşımıza çıkan Cara’nın yayınlanmış olan kırk adet tiyatro eseri bulunuyor. Bunun yanı sıra, Asanger Verlag Kröning tarafından yayınlanmış olan çeşitli sosyolojik yazıları da bulunuyor.
‘Türke, aber trotzdem intellingent’ Cara’nın 192 sayfadan oluşan, otobiyografi tadındaki yeni kitabı
Kitabın her sayfası, Selçuk Cara’nın Almanya’da sürmekte olduğu hayatın, kimi zaman zorlu kimi zaman ise eğlenceli ve komik yönlerini gözler önüne seriyor. Dışarıdan alıcı bir gözle baktığımız zaman, başarılı bir entegrasyon hikayesinin tüm detaylarını bu eserde buluyoruz. Toplumun dışında kalmış, kimsenin güvenemediği ve önyargılarla yüzleşmeye mahkum bırakılan bir yaşam perdesi gözlerimizin önüne serilen.
Kitabın en önemli özelliklerinden birisi, birbirinden çarpıcı zıtlıkları gözler önüne sermesi. Türk işçisi olarak Almanya’ya çalışmaya gelen ve kendi tekstil fabrikasını kurarak geçinen bir ailenin çocuğu olan Cara, ailesinin sürekli televizyon seyreden ve kitap okuma alışkanlığı olmayan insanlar olmasından bahsediyor. “Her ne kadar” ve “buna rağmen” kelimeleri, yaşadığı ve savaştığı zıtlıkları en iyi şekilde canlandıran kelimeler olsa gerek. Bu zıtlıklarla savaşarak, sonunda opera ses sanatçısı olmayı başarıyor Cara. Her ne kadar Beyrut ve Bayreuth şehirlerinin isimlerini karıştıran bir babası olsa da Cara, bir kahramanlık hikayesinin başrolünü oynuyor bizlere. Zaten kahramanlık öyküleri, genelde içinde bulunulan duruma bir başkaldırı ile beraber yazılmaz mı?
“Kendisi bir Türk, ama buna rağmen akıllı”
On birinci sınıfa geldiğinde müzik dersinde, sınıfta Wolfgang Amadeus Mozart konusu işleniyor ve Cara’nın canı derse inanılmaz sıkılıyor. İlerleyen haftaların sınıfta işlenecek konusu da ‘Mozart’ın eserleri’. Müzik öğretmeninden Mozart’ı anlayamayacağını, çünkü Mozart’ın kendi kültüründen yetişmemiş bir sanatçı olduğunu duyan Cara, işte tam olarak o esnada, opera sanatçısı olmaya karar verdiğini anlatıyor kitabında, üstelik o zamana dek bir kez olsun dahi bir opera dahi izlememiş olmasına rağmen. Her ne kadar hocası, bir Türk olaraktan kendisinin Mozart’ın sanatını anlayamayacağını sınıfta iddia etmiş olsa da, o an sınıfı terk eden Cara, sınıfa tekrar geri döndüğünde, müzik okuyacağını ve opera sanatçısı olacağını yüksek sesle aktarıyor. Aradan dört sene geçtikten sonra, piyano hocasının evinde misafirlere Bach’tan çeşitli parçalar çalan Cara’yı hocası misafirlere şu kelimelerle tanıtıyor: “Kendisi bir Türk, ama buna rağmen akıllı.”
Sınavda yaşadığı düşmanca tutum
Müzik yüksekokulunun sınavlarına hazırlanan Cara, giriş sınavında ilginç bir sahneyle karşılaşıyor. Cara’nın sınıfa girdiğinin farkına varmayan sınav komisyonundaki hocalardan birisi, sırada Cara’nın olduğunu okuyunca, komitedeki arkadaşlarına, sıradaki kişinin Türk olduğunu ve kendisinin Almanca bilip bilmediğini sorgulamaya başlıyor. Aynı zamanda liseyi bitirmiş olup olmadığı endişesini alaycı bir dille komite üyeleriyle paylaşıyor. Diğer komite üyeleri de meslektaşlarının bu esprisine gülmeye başlıyor, fakat komite üyeleri Cara’nın sınıfta durmakta olduğunun farkına varmıyor. Karşılarında bir anda Cara’yı gören komite üyeleri, sınavın daha başlamadan kötü bir başlangıç yapıldığını ve Cara’nın o esnada sınıfta bulunmasını saygısızlık olarak karşılayarak, aslında Türklere karşı ne kadar önyargılı olduklarını okuyuculara aktarıyor. Fakat sonuçta, sınavı geçmeyi başarıyor.
Sınavda yaşadığı düşmanca tutumun peşini bırakmıyor Cara. Okula kabul edilmesinin ardından, profesör heyetine bir mektup yazıyor. Mektubundaki ana amacı, heyete bu konuyla ilgili tepkisini göstermek ve kamu sektöründe çalışan otoriteleri, yanlış davranışlarıyla yüzleştirmek. Beş sayfalık şikayet yazısının ardından, komitedeki tüm profesörlerin imzasını taşıyan bir özür mektup alan Cara, kişisel olarak kendilerinden bir özür duyamamış olmasını haklı olarak eleştiriyor.
Sınavı geçen on iki kişiden biri olarak okuldaki ilk gününü ise, betimleme sanatı çok kuvvetli bir şekilde okuyuculara aktarıyor. ‘Havada yaz sıcağı var. Önümde ve yanımda, dünyanın bütün ülkelerinden öğrenciler var. Herkes oldukça mutlu ve umutlu görünüyor. Burada birileri İspanyolca konuşuyor, orada birileri Fransızca, şurada bir grup ise Japonca. Az ilerde ise, ten renkleri farklı olan insanlardan oluşan bir grup var, onlar da İngilizce konuşuyorlar. Almanca konuşan o kadar az ki.’ Bu güzel tasviriyle Selçuk Cara aslında, Almanya’nın önemli bir gerçeğine parmak basıyor.
“Kendimi ne Alman ne Türk hissediyorum”
‘Ben, Almanlar için entegrasyonun güzel bir örneği iken, Türkler için ise bir şeyleri başarabilmenin örneğiyim.’ diyor Cara. Kendini ne Alman ne de Türk gibi hissettiğini söylüyor Cara. Çocukluğunda birçok insanlarla iletişim halinde iken, gerçekten arkadaş diyebileceğimiz bir kimsenin hayatında olmayışı dikkat çekiyor. Kitabı okurken kendisini, bir yalnızlık ve mücadele hikayesinin içinde görüyoruz. Opera sanatçılığının, yaşadığı yalnızlıkla örtüşen bir sanat dalı olduğu düşüncesine kapılıyor insan, özellikle de Paris’te bir kafede müzik öğretmeni ile yaptığı konuşmayı okuduğumuzda. ‘Yalnızlık’ diyor müzik hocası, ‘Yalnızlıktır birçok insanın opera sanatçısı olmasıyla birlikte hesaba katmadığı detay.’ Otel odalarında ve evlerinde, içinde bulundukları sonu gelmez yalnızlıktan bahsediyor ona müzik hocası, opera sanatçılarının maruz kaldığı.
İnsanlar tarafından artık Türk olarak görülmediğini kitabında vurgulayan Cara, bir Müslüman olarak da algılanmadığını aktarıyor aynı zamanda, özellikle de bir Katolik kilisesinde Franz Lisyts’den sunduğu Jesus Christus’un ardından. Başarılı, hem de çok başarılı bir entegrasyon hikayesinden bahsediyor, geçmişiyle tamamen barışık ve en yüksek gözlem gücü ve tasvir yeteneğiyle…