Ülkemizde ‘Dans sanatı’na gönül vermiş, Kurucusu olduğu Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne bağlı olan Devlet Konservatuarı, Bale Anasanat Dalı, Modern Dans Sanat Dalı başkanı olarak görevine devam eden, ayrıca Boğaziçi ve Koç Üniversitelerinde ”Dans sanatı” başlıklı ders veren eğitmen, yönetmen, kareograf Şebnem Aksan ile dansı konuşacağız…
Dansa ilk kez nerde aşık oldum?
Nerede buldum onu, anımsamıyorum. Doğumum dansla olsun, ettiğim dans görülsün isterdim. Dans ederek kutlansın, bir de masmavi bardaklarla günümüze içilsin isterdim. Mavi asil diye değil. Akıyor diye. Kendi rengini bile bilmeden.
Maviyi suda akarken gördüğümde,
İçine giremeyeceğim bir söylenti duyurdu kulaklarıma.
Gökyüzü denizi kıskanmıyordu benim seni kıskandığım gibi,
Uçan dallar olmuyordu Kuşların üzerine sere serpe durmak için konduğu.
Bir aynaya baktım, bir doğaya.
Ne insan bir sözcü,
Ne de doğa bir hikaye anlatıcısı idi.
Durdum, ellerim binlerce asrın ilham kaynağı, bense içtiğim suya bile cevap veremiyorum.
Durdum, gökler hep sapsarı, oysa içimdeki Güneş nefes almaya utanıyor.
Sanat, bana nerede bahşedilmişti?
Hangi Susuzluk, adına İlham denen,
Gelip de başımın önce sisli bulutu olmuş,
Sonra da yediğim ekmeğin yerine geçmişti?
Bana nerede geldin, Dokunuş?
İlk kez, gene dokunmak için, dans etmeye başladım.
Ve o zaman, Dünya’ya geleli beri, ilk kez, dokunmayı hissettim.
Kimse gibi titrek değil, cesurca, dokunuyordu Sanat bedenime…
Dön… Dön… Ve dön… Ve şimdi, bırak girsin içine Dans…
Ve kapısını çalıyorum Şebnem Aksan’ın, heyecanla, kalbimde dansla ilgili bu hisler… Anlatıyor ve anlatıyorum, karşımda onun anlayan parlak gözlerini gördükçe.
‘Sana, seni besleyecek şekilde dönüyor dans diyor. Dans ediyor olmak, doğaçlıyor olmak senin kendi kendini yansıtmana yardımcı oluyor, bu yüzden çağırıyor seni. Çünkü hareket etmek ve bir şeyin içine uyumlanmakta, o tinsellikle bedenselliğin birbirine bağlanmasında oluşan tamamlanmayı hissediyorsun. O ifade ettiğin sana dönebilecek. Ancak yansımada görebiliyoruz kendimizi, yoksa göremiyoruz. Kendi kendini tanımak hikayesi kendini serbest bırakabildiğinde geliyor… Çocuk gibi kendi kendini bırakabilirsen, o zaman açılabilirsin ve ifade akabilir içinden dışarıya doğru.
‘Dans sanatı’ ve sanaçının gelişimine etkisi
Bütün hikaye bu; kendimizi yakalayabilmek. Biz kendimizi tanımak, görmek istiyoruz. En büyük çağrı sanırım bu…
Şebnem Aksan, Türkiye’ye modern dansı tanıtan isim. Kendisi aslen dansa küçük yaşta bale ile başlamış, fakat daha sonra modern ve çağdaş dansların yaratıcılığından etkilenerek bu alana yönelmiş, Türkiye’yi de bu konuda teşvik etmiştir. Aksan, 35 yıldır eğitmen, yönetmen, koreograf olarak çeşitli atölye çalışmaları, ayrıca makale ve bildirileri ile ülkemizde ‘Dans sanatı’nın gelişmesinde rol oynuyor. Kurucusu olduğu Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne bağlı olan Devlet Konservatuarı, Bale Anasanat Dalı, Modern Dans Sanat Dalı başkanı olarak görevine devam ediyor, ayrıca Boğaziçi ve Koç Üniversitelerinde ”Dans sanatı” başlıklı dersi veriyor. Ayrıca 2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi tarafından basılmış, Gurur Ertem’le birlikte hazırlamış olduğu, “Yirminci Yüzyılda ‘Dans sanatı’: Kuram ve Pratik” adlı bir kitabı mevcut.
Kendisi ile aklıma gelen her şeyi konuşmak, sormak istiyorum. Keyifle katılıyor coşkuma, ve akıyoruz sanki dansıın içine. Tamamen doğaçlama ile.
Röportaj: Şebnem Aksan
Bu kendinden geçme hali tüm dansçıların yaşadığı bir şey mi, merak ederdim hep. Yoksa bu sanatçı yapısına ait bir şey mi başlı başına? Bir saniye sonra ne yapacağını bilmeden dans etmekten ve bunun ardından gelen o katarsis duygusundan bahsediyoruz. Bu tüm dansçıların yaşayabildiği bir şey oluyor mu?
Benim yaşadığım, çocukluğumdan beri bildiğim birşey. Bilirim böyle kendimden geçerek dans etmeyi. Sonra unutmuşum, kalıplara girmiş bedenim, o kimliğimle yabancılaşmışım. Yıllar sonra gene buluştuk. Çok hastalıklı bir çocuk olduğum için uzun zaman bale dersine yollanmadım. Gidip arkadaşlarımın bale derslerini izlerdim. Fakat izledikçe arzum artıyordu.
Geçen gün anılarımı yazarken hatırlıyordum, annemler evden gittiği gibi hemen Ravel’in Bolerosu’nu koyup, çılgınlar gibi kan ter içinde dans edişimi… Bu baleye başladıktan sonra da bir süre devam etti. Bu halin arkasından yaşanan o serbestlik, kendinden geçme hali, bir sürü imgeler gelirdi gözümün önüne… büyürüm, küçülürüm, yok olurum, uçarım… Nasıl bir doyum, nasıl bir coşku duyardım tarif edilemez, kelimelere sığacak gibi bir şey değil…
Dansın Release ve katarsis boyutu
Balede yok mu bu kendinden geçme hali?
Olamaz çünkü tamamıyla kontrol halinde olmak zorundasınız balede, ayrıca orada siz bir bütünün parçasısınız, koreografisi bütün detaylarıyla tasarlanmış, yapılmış bir parçanın içinde yer alıyorsunuz. Göreviniz icra etmek. Ancak kendinize ait bir bölüm varsa, oraya yaratıcılık, yorum getirebilirsiniz. Kendi özellikleriniz, müzikalitenizle farklılığınızı ortaya koyabilirsiniz.
Fakat o ‘release’, bırakma, kendinden geçme hissi bir çeşit öze, bilinçaltına inme, baskılardan özgür olabilme halidir. Duygularla, duyularla ilgili aslında. İnsanlık buna her zaman ihtiyaç duymuş, biz de bu olguyu bir şekilde tanıyoruz, atalarımızdan bize geçmiş. Bütün ritüellerde, dini ayinlerde o biriken enerjiyi bir şekilde serbest bırakarak yüksek iradeye teslimiyet yaşanıyor… İletişim kuruluyor.
Doğayla iç içe yaşayan, çağdaş ilkel toplumlarda, Şamanist toplumlarda kendinden geçme vardır. Dans ve ses bütün ritüellerde – amaç neyse onu güçlendiriyor, o iletişimi derinleştiriyor, güçlendiriyor. Hem bireysel, hem toplumsal/ hem içsel, hem dışsal, bedensel boyutu var bu tür eylemlerin. Bu bilgi bizim hücrelerimizde var demek istiyorum. Bu hücresel bilgi, ihtiyaca göre farklı zamanlarda, farklı şekillerde çıkıyor diye düşünüyorum.
Baledeki mükemmliğin içinde ritüelsel yapı
Baleyi sanat çevrelerinde genel olarak teknik bir mükemmellik ve estetik meselesi olarak mı ele alıyorlar? Bunun yanında bu ‘release’ ve katarsis boyutu bambaşka bir kapı açıyor dansa ve dansçıya dair. Bu konuda nasıl bakılıyor dansa? Sizin öznel bakış açınız nedir?
Aslında o baledeki mükemmelliğin de kendi içinde bir ritüelsel bir yapısı var. O kadar saat çalışıp belli bir şeyleri aşabiliyorsanız, veya tekrar edip mükemmelleştire biliyorsanız, o da kendi içinde bir ritüel oluyor, onun da getirdiği bir ‘release’ var size…
Balede içsel tatmininiz ne olursa olsun bir üstünlük, gösteri, sergileme esas amaçtır. Batı kültürünün elitist bir bakış açısının ürünüdür. Modern dansta iletişim, deneyimin samimiyeti, gerçeği ön plandadır. Özgür ve özgün olmayı bekleriz.
Bu aslında müthiş bir ikilemdir. Ben de tamamen bale ile girmiştim bu yola ama evdeki o kendi kendime yaptığım danslarımın teknikle alakası yoktu. Uymam gereken kurallar, nasıl göründüğümü falan hiç düşünmezdim. Benim en büyük değişimim Amerika’da modern dansın içine girdiğim zaman oldu. Balenin disiplini, teknikniğe verdiği önem beni tatmin etmiyordu. Amaç teknik oluyordu, araç olmaktan çok. Beğeniliyordum, çok iyi notlar da alıyordum, ama disiplinsizliğim de söyleniyordu. Bunu biliyordum, herkes saatlerce çalışıyordu, ben belli bir saatten sonra çalışamıyordum.
İngiltere’de o stüdyolarda çalışırken birdenbire başka hareketler yapmaya başlardım, aynı şeye bağlı kalamazdım. Zannediyorum ki, sonradan anladığım, bale bana kendimi ifade etme imkanı vermiyordu yeterince veya sınırlı duygularda kalıyordu.
Bedenim kilitlenmiş, hapis olmuş gibi gelirdi. Bu beni çok hayal kırıklığına uğrattı. Hele üzerimize numaralar takılıp yarışmalara çıkarıldığımız zaman çok şaşırmıştım, hocalarımla tartışmıştım bunun sanatla ne ilgisi var, sanat yarışla mı ölçülür diye…
‘Dans sanatı’ ve modern dans
Dansta iki temel yaklaşım vardır: bir tanesi çok çılgın, bir an sonrasını bilmediğin, bir enerji yoğunluğu içinde dans etmek hissi, buna diyonizyak diyelim, ötekisi de bir form çerçevesinde tekniğe dayalı, akademik bir düzenin içerisinde dans etmek. Bu da Appolonien yaklaşım oluyor. Biri duygulardan, diğeri akıldan – biri sol, diğeri sağ beyin kaynaklı.
Bu ikilemleri hem kendi bedenimde, hem de eğitimde çok yaşadım Türkiye’ye döndüğümde. Moderni kurmaktı asıl amacım, ama mutlaka baleyle başlamam gerekiyordu. İki ‘Dans sanatı’nın da aynı güçde bir bölümde var olmasını istedim ama olmadı. Baleyi hala çok seviyorum, hiç bir zaman da dışlamadım. Ama modernin ‘Dans sanatı’nı ve bizi bir yere götüreceğine inandım. Bizde kendini ifade etme o kadar izin verilen bir şey değildir.
Eğitimde öyledir sual sormaya müsade etmez, ya söyleneni yapar, ya da karşı gelirisiniz.
Kişiliğin yaratıcı bir biçimde gelişmesine olanak tanınmaz. Benim çocukluğumda böyleydi. Modern dansı ilk gördüğümde, ‘Bunu Türkiye’ye götürmem lazım.’ diye düşünmüştüm.
Halbuki o zaman çok gençtim, ama bunu fark etmiş ve kafama koymuştum. Balede bu yaratıcılığın kapısını açmak çok zor. Balede aşılması gereken bir teknik beceri var ve bunun için güdümlenen bir insanın yaratıcılığa verecek fazla vakti de olmaz.
Nitekim balede çok az sayıda koreograf vardır, modern de yaratıcılık, doğaçlama temel derslerdir. Bugün release teknik diye bir şey yapıyoruz ki bu her hocaya göre değişen, sınırları, dili belirgin olan bir teknik değil, insanı çok doğal, hücresel seviyede çalışmaya zorlayan bir şey. Bilimselliği de olan, çünkü vücudu çok iyi tanımayı gerektiren bir yaklaşım. Kinisioloji, anatomi bilgisi, sinir sistemini bilmeyi gerektiriyor. Bu bilgilerden besleniyor.
Release, Uzak Doğu savaş oyunlarından ilham aldı
Bu ‘Dans sanatı’ tekniğini biraz açar mısınız?
Release zannediyorum daha çok Uzak Doğu savaş oyunlarından ilham aldı. Batı, Doğu’daki bu sistemlere yakınlık hissetmeye başladı yüz yılın başlarında ve giderek alan genişledi. O savaş oyunlarında çok anlık stratejiler vardır, bir hazırlık yapmadan, doğaya karşı bir pozisyon almadan, doğa ile birlikte olmayı ön gören bir hareket tarzı. Bu oyunlar giderek doğaçlamalarla birleşti. Ucu bucağı olmayan ilişkiler keşfedildi. Özgürlük, bireysellik arayışları, pisikolojik, sosyal, politik açılımlarla beslendik. Bunlar 20. yy. ile gündeme gelen konulardı. Her şeyin bir zamanı varmış aslında, senkronistik bir karşılaşması, doğru zamanı.
Batı dünyasında, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan hayal kırıklığı daha güçlü ifade etme isteği doğuruyor. İlginçtir, hep kadınlar çıkıyor ön plana; Isadora Duncan, Martha Graham, Louis Fuller gibi. Almanya’da da böyle oluyor. Aslında birden bire çıkıyorlar ortaya bu kadınlar ve gücü ellerine alıyorlar.
Yüzyılın başlarında bu kadınlar tek başlarına dans ettiler ve baleye, balenin bütün sınırlamalarına karşı geldiler.
Özgür ifadeyi ve bedenlerini özgür kılmayı ön plana çektiler. Feminist hareketin de ön saflarında yer almış oldular. Sonra ki kuşaklar bir takım teoriler, özgün teknikler geliştirdi, hala anlam ve ifade yüklü, dışa vurumcu bir yaklaşım vardı. Giderek hareket araştırmalarına gidildi. 1960 larda Amerika’da, Judson Church – Grand Union gruplarıyla herşeyi ileri, geri sorgulamaya başladık. Hep sosyal, politik, pisikolojik, güncel olana paralel, deneyim ağırlıklı gelişmelere duyarlı olundu.
Giderek disiplinler arası çalışmalar devreye girdi, teknolojide çok etkin biçimde kullanılıyor şimdi. 60lı yıllar eşitlik, sivil toplum örgütleri, tüm bunların iç içe algılanması şeklindeydi. Lider olmayacak, gruplar olacak, her bireyin yaratılan işte katkısı olacak, güzel/çirkin ayrımı olmayacak, hiç bir şekilde ayrımcı olmayacağız.
Tüm bu sosyal mottolar dansa da yansıdı. Ve sonra somatik çalışmalar ve meditatif çalışmaların toplumdaki etkisi güçlendikçe iyice harmanlandık. Budistler ülkelerinden kovulup Amerika’ya gelince, Budizmden etkilenmeye başladık. Merce Cunningham Zen Budizmden çok etkilenmiştir mesela. Modern ve çağdaş dans bu etkileşimlere hep açıktır.
Dans ve şifa
Beden ve ruh sağlığı üzerinde dansın etkisinden bahsedecek olursak, neler söyleyebiliriz? Her şeyin ötesinde, bir de şifa yanı var dansın. Bedeni tamamıyla kullanıyor olmak, dansı farklı kılabiliyor diğer sanat dallarından bu manada. Aslında sahneleniyor olmak, izleniyor olmak çok ters düşen bir şey dansın bu yanıyla.
Evet kesinlikle. Ben izlenilen bir nesne miyim, yoksa dans eden, var olan bir beden miyim? Bu ciddi bir sorudur. Baleyle çağdaş dans arasında en büyük farklardan biri de budur. Bale gösteri yapar, modern dans deneyimini sunar, yaşadığı süreci, fikrini, duygularını paylaşır. Ben evde çok zevk alarak dans ediyordum, bir çeşit doğaçlayarak güne başlamayı seviyorum. Kendi kendimle buluştuğum bir iletişim şekli bu. Bu bir sanat mıdır? Biz sanatı yaşamla nasıl buluşturacağız? Bu modernin büyük bir sorunsalıdır. Çünkü çok içine dönüyor, kendini tatmin ediyor, bu da çok önemli bir olgu ama zaman zaman topluma yabancılaşıyor.
Şifa konusuna gelince, beden kendine duyarlı olunca etrafına da duyarlı olmaya başlıyor. Bir sürü beden terapi, dans terapi yöntemleri gelişti örneğin. ‘Dans sanatı’ da bunları değerlendirmeye başladı son yıllarda, hem eğitimde, hem de yaratıcılıkta. Hem içsel, hem dışşal farkındalığı geliştiriyor, bedeni fiziksel, ruhsal bir dengeye, doğasına oturtmada pisiko terapilerden daha yararlı olduğu söyleniyor.. Benim deneyimlerime göre de var oluşa daha fazla mekan, alan açıyor diye düşünüyorum.
Bizim bütün derdimiz; sanatı nasıl yaşar kılabiliriz? Performans anını nasıl yaşar kılabiliriz? Bedenin nesneleşmesini istemiyoruz.
‘Dans sanatı’ terapi gibi geliyor, maskelerden kurtulma, bedenin, yaşayışın değişimi, her şeyle barışma, uyum ve daha pek çok güzel etki…
Sizin kadın olarak veya sanatçı olarak kişisel evriminizde ‘Dans sanatı’ nerede duruyor?
Dediğim gibi bu ikilemleri sosyal/kültürel, kurumsal/bireysel, kimlik sorunlarını çok yaşadım. Sanki bütün bir yüz yılın, hatta geçmişin açılımlarını, o süreçleri yaşamış gibi hissediyorum şimdi kendimi. Bale bir devlet kurumu gibiydi, bir kurumun içinde özgün bir vizyon geliştirmişim.
Bunu geliştirirken yaşamımla bir kadın olarak; anne ve eş olarak çok deneyimlerden geçtim. Pek çok maskemden kurtuldum, bedenim yaşayışım değişti. Değişmemiş gibi ama geriye baktığım zaman görüyorum ne kadar farklılaştığımı. Sanki her şeyle daha barışık, daha çok uyum içindeyim. Bunda beden terapi çalışmalarının çok payı oldu.
Zaman zaman yaratıcı yönümü besleyemediğim duygusu içimi acıtır. Hep verici ve yönetici konumunda oldum, herkese yaratıcı olmalarını ikna ettim, alan açtım ama kendimi bu yönde beslemedim diye bir yakınma tuttururum. Ama gelip geçer bu iç yakınmalar. Son yıllarda yaptığım “Skinner Releasing” yepyeni bir bölüm açtı hayatımda… Onu şimdi paylaşmaya hazır olduğumu düşünmüyorum…
‘Dans sanatı’ Türkiye’de nasıl, durumu şu an nasıl görüyorsunuz?
Ben giderek daha özgün ve yaratıcı olunduğunu gözlüyorum. Öğrenciler artık rast gele değil, daha bilinçli ve istekli geliyor. Önlerinde meslek olarak çok geniş bir alan, imkanlar olmadığı halde geliyorlar ve aşkla, şevkle dalıyorlar bu programa.
Bir şey veriyor ki bu eğitim geliyorlar. Kimisi öğrencilik haklarını tutmayı, askerliği uzatmayı düşünerek olsa da bu eğitimden aldıkları bir şeyler var. Mezunların çoğu da dansla ilgili işler yapıyor. Yurt dışında dans edenler var, topluluk kuranlar, proje üreten, koreografi yapanlar, televizyonda iş bulanlar, tiyatroya girenler.
Mustafa Erdoğan’ın grubu erkek dansçıları çok teşvik etti. Baleden de pek çok dansçı bu gruba girdi. Çağdaş dans oldukça geniş bir çevre oluşturdu. Bağımsız stüdyolarda farklı disiplinlerden gelen pek çok dansçı, dans bilimcisi yetişti.
Konservatuar mezunu dansçı artık merkezde değil.
Bu çok olumlu bir gelişme, alternatifler var. Bunlar birbirlerini destekliyor, teşvik ediyor. Dansı ister meslek olarak yapsınlar ister yan uğraş olarak yapsınlar benim için önemli olan gençliğin kendilerini verebilecekleri, yaşamlarını zenginleştirecek alanları olması.
Benim sanat dalı olarak izlediğim ve zayıf olduğumuzu düşündüğüm konu gene yaratıcılık alanında. Daha çeşitli, daha güçlü işler üretilmesini, daha çok araştırma yapılmasını istiyorum. Kendini ifade edecek yeterli form, metafor geliştiremiyorlar, ilgilerini kolayca kaybediyorlar diye düşünüyorum bazen. Son bir iki yılda inanılmaz bir gelişme var, arkası geliyor, görüyoruz. En önemlisi ‘Dans sanatı’ artık ülkemiz sanat gündeminde yerini almaya başladı. İzleyici kitlesinin artmasına ve desteğe ihtiyaç var.
Teşekkürler Şebnem Aksan…