Yaşadığımız çağın, iletişimde muhteşem gelişmelerle dolu olduğunu bazen şaşkınlıkla izliyoruz. İnsanın parmak ile dokunmasına gerek kalmadan beyin dalgalarıyla iletişim kurup çalışabilen telepatik klavyeye kadar vardı bu iş. Alman Fraunhofer Enstitüsü uzmanları tarafından iki yıl önce gerçekleştirildi.
İletişimin Titreşimi
Yakın bir gelecekte Bill Gates’e göre klavye ve mouse (fare) tamamen ortadan kalkacak ve havaya yazı yazar gibi el hareketleriyle kullanacağız bilgisayarlarımızı.
Lazer – yani ışık – ile bilgi iletimi çoktan gerçekleşti. (Free Space Optik). Omnitek adlı Türk şirketi, tüm dünyada bir ilki İstanbul’da gerçekleştirip Lazer Omurga ile bilgi iletişimi sağladı.
Japonlar uzun yıllardır bir cihaz geliştirmeye çalışıyorlar ki; geçmişteki insanların beyinlerinden uzaya yayılan, dalgaları ya da parçacıkları ele geçirip o kişinin tüm yaşamını ekranlarda seyredebilmek hayalindeler!
Çalışma gerçekleşirse sanırım geçmişle iletişimi sağlayacak ve bu da iletişimde zaman olgusunu ortadan kaldıracak.
Neler oluyor böyle? Bu gelişmeler; şimdiden on beş yıl önce duysak kabul edemeyeceğimiz, “hadi ya o kadar da değil” diyeceğimiz rüya gibi olaylar. Nereye doğru gidiyoruz biz? Bu hıza yetişmek çok büyük devinim ve değişim gücü gerektiriyor. İnternette tüm dünyayı gezerken, çocukluğumdaki pilli küçük radyonun sesi sanki hala kulaklarımda oysa:
“Bir bilmecem var çocuklar, haydi sor sor!”
(Şimdiki bilmeceler çocukluğumdaki kadar az değil, sor sor bitmiyorlar!)
Ve Can Dündar’ın, bir yazısını hatırlıyorum ister istemez. Arkeologları İnka tapınaklarına götüren rehberlerin yürüyüş sırasında anlamsız bir zamanda neden durup dinlenmek istediklerinin sebebini açıklayan yaşlı yerlinin cevabı; bu anlamda ilginç ve derin bir bilgelik taşıyor.
“Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik…”
Yaşlı bilgeyi dinleyip gibi ruhumuz bize yetişsin diye iletişimin ve teknolojinin mucizelerine biraz uzak durup, dinlenmek mi gerek, yoksa iki gözümüzü üç, iki ayağımızı dört mü yapmak gerek diye düşünmekten alamıyorum kendimi artık.
Belki de bazen ruhumuz bizden önde gidiyor da biz farkında değiliz. Ruhumuzla bedenimizin arasındaki iletişimde ve uyumda ne kadar başarılı olduğumuzu ölçecek teknolojiyi henüz bulamadık ki! O bilgenin dediği gibi biz hızla yol alırken galiba bir şeyleri atladık ve ya bedenimiz önde gidiyor ya da ruhumuz.
İletişimde kelime ve yazı
İnsan beyninin içindeki milyarca hücrenin ve nöronun başardığı en büyük mucizelerden birisi; değişik sesleri kullanarak kelime üretmek ve bu yolla iletişim kurmaktır. İnsan hayvanlardan soyut sesleri tasarlama ve konuşma kapasitesi ile ayrılır. İlk insandan bu yana kelimelerin ve yazının nasıl bir yol izlediği tartışmalı konulardan birisidir. İnsan türünün birbirinden bu kadar farklı dilleri ve yazıları nasıl oluşturduğunu çözebilmiş değiliz. Aradaki fark sadece kelimelere veya dilbilgisine dayalı değildir; temel olarak birbirinden farklı ses çıkarma teknikleri kullanılmaktadır. Aborjinler tıkırtı şeklinde daha mekanik ses çıkartırlar, Hint – Avrupa dilleri ise gırtlaktan çıkan seslere dayalıdır. Bazı Asya dillerinde kelimeler farklı perdelerde söylendiğinde anlam değişir.
Arkeologlar ve bilim adamları yazı söz konusu olduğunda da birbirinden farklı teoriler ürettiler yıllardır. Yazının ilk bulunuşundan günümüzdeki harf yazısı durumuna gelinceye kadar genelde beş asamadan geçtiği kabul edilmektedir: Madde yazısı – resim yazısı – düşün yazısı – ses yazısı – harf yazısı.
Resim yazısı ilk kez Mezopotamya’da, arkasından Mısır`da bulunmuştur
Düşün yazısı (ideographie): Düşüncelerin belirli simgelerle anlatılması demek olan bu tür, resim yazısının gelişmesi sonucunda bulunmuştur. Sümer Çivi Yazısı ile Mısır Hiyeroglif`i bunun en belirgin örnekleridir.
Hece (ses) yazısı (phonographie): şekil yazısından seslerin, hecelerin belirtildiği yazıya geçiş, yazı tarihinde ikinci büyük gelişmeyi yansıtmaktadır.
Harf yazısı, abece (alfabe): Hece yazısında tek heceli sözcüklerin zamanla “sesli” elemanlarını yitirip “tek ses” işareti haline gelmeleri ya da şekil yazısındaki işaretlerin stilize edilip belirli bir sesi belirten simgelere dönüştürülmesi, yazının gelişmesinde son aşamayı oluşturmaktadır. Bu simgeler dizisinde ilk işaretlere Yunanca`da alfa, beta, Arapça`da elif, be denildiği için tüm dizgenin adi Arapça`da elifba olmuştur.
İlk alfabenin M.Ö 2 bininci yılda Mısır ya da Filistin’de başladığı kabul edilir ve çivi yazısını öğrenmekten bıkan zeki bir Kenan’lı çocuğun Mısır Hiyerogliflerindeki sessiz harfleri temsil alıp kendi dili olan Sami dili için semboller icat ettiği iddia edilir. Örneğin A harfi ağzı açık sazan balığını, “S” harfi yılan tıslamasını ifade eder. Ortaya çıkan Sami alfabesinden de Kenan, Arami, Seba ve Yunan alfabelerinin türediği kabul edilir.
Yazı olmadan da diller kuşaktan kuşağa aktarılabilir ama tarihin bilinmesi ve geleceğe iz bırakması açısından yazı kesinlikle gerekli olmuştur. Bu yüzdendir ki; bugünkü medeniyetimiz, yazının bulunması ile tarihin kaydedilmesinden sonrasını bilmektedir. Yazı sisteminin kullanılmaya başlaması dönüp dolaşıp tanrıya ya da gelişmiş varlıklara dayanmaktadır ilginç bir şekilde.
Sümer kil tabletlerine göre yazı ” tanrının katibinden” öğrenilmişti
Mısır yazılarına göre tanrı Thoth yazı dahil tüm ileri düzeyde bilgileri vermişti insanlara. Tanrı Marduk’un oğlu Nebo Babil halkına yazı yazmayı öğretmişti.
Taş tabletlere göre Musa yazıyı görünmeyen tanrı YHVH’den öğrenmişti.
Fenikeliler yazıyı tanrı Taut’tan (Thoth’un başka bir ismi) öğrendiklerini söylediler. Tanrılardan öğrenildiği iddia edilen Alfabenin ortaya çıkışı, insan tarihindeki en büyük sır olarak hala durmaktadır.
Eğer yazılı bir kelime uygun ses frekansları çıkarıyorsa, barındırdığı gizli enerji ve ya duygusal anlam zihinsel kavramlarla bağlantılıdır. Söylenen bir kelime sembol ile ifade edilen enerjiyi kök sesleri ile birlikte kapsıyorsa iletişim sağlanabilir. Kabalistler modern dil kullanımının enerji köklerini yapay bir şekilde yok ettiğini söylemektedir. Örneğin İngilizce konuşan insanlar, artık bütünsel telaffuz kullanmamaktadır, dolayısıyla duyguların kelimeler üzerindeki gücünü kaybettiği ortadadır.
Günümüzde bazı ses sanatçıları uygun notalar ile cam bir bardağı kırabilmektedir. Tibetlilerin bazı ses frekanslarını kullanarak büyük taşları kaldırdığı bilinmektedir. Mısırda piramitlerde bulunan bazı vazoların ancak süper hızda ses dalgaları ile çalışan çok güçlü matkaplarla oyularak yapılabilecek bir yapıda olduğu açıklanmıştır.
Duyu dışı iletişim
Tanınmış bilinç uzmanı ve yazar Gary Schwartz tüm iletişim şekillerinin enerji değişimiyle bağlantılı olduğunu söyler. Evreni algılama şeklimize göre bir kelimeyi düşünerek bile zihnimizde titreşim yaratırız. Yazılı veya sözlü kelimeler bir insan tarafından algılandığında gizli enerji tepkilerini ortaya çıkarır. Sadece düşünerek zihnimizde yarattığımız titreşimlerin bir alıcı tarafından algılanması ile de telepatik bir iletişim gerçekleştirebiliriz.
Konuşma ve yazma dışında kalan iletişim yeteneklerimiz arasında olan telepati, en fazla bilinen psişik fenomendir. Telepati, iki zihin veya ruh arasında herhangi bir aracıya gerek kalmadan (kelime – ses – yazı – telefon vb. gibi) düşünsel yollakurulan haberleşme ve bilgi alışverişidir. Bu tür ruhsal ve zihinsel irtibatlar derin telepatik birleşmelerdir ve evrensel bir iletişim aracıdır. Telepatide alıcı ve verici olmak üzere en az iki kişi vardır. Düşüncesini gönderen ajan verici(agent), alıcı (percipiant) ise süjedir. Aslında eski ve körelmiş olduğu düşünülen bir yetenektir.
İlkel kabul edilen Aborjinlerde, Afrika kabilelerinde, Kızılderililerde, Hint yogilerinde, Uzakdoğu rahiplerinde telepatik haberleşme yeteneği medeni toplumlara göre daha fazla korunup kullanılmıştır. Telepati özellikle aşıkların, anne ve çocukların, birbirini çok seven dostların, kardeşlerin arasında diğer kişilere oranla daha kuvvetlidir. Telepati zaman ve mekan kavramı ile sınırlı değildir, Henüz kelimeye dönüşmemiş aşamada oluşan titreşimlerin onu hissedebilen ve alıcı durumunda olan diğer bir beyin tarafından algılanması bilinen beş duyu dışında gerçekleşir.Telepatide tespit edilen önemli bir gerçek de zihnin bu iletişim sırasında alfa dalga boylarında olmasıdır.
Ülkemiz insanının parapsikolojik yetenekleri
Ülkemiz insanı parapsikolojik yeteneklere çok aşina olmasına rağmen bu konuda akademik ve bilimsel çalışma olmaması çok büyük eksikliktir. Bu konuda en önemli çalışmayı Dr.Bedri Ruhselman ve Ergun Arıkdal yapmıştır. Ruhselman’ın ortaya koyduğu düşünceler kendi alanında çok ileriydi. Avrupa’da Allan Kardec’le başlayan klasik Ruhçuluğun üstüne çıkarak, Neo – Spiritüalizm yani Yeni Ruhçuluk adıyla tanımladığı bir ekol yaratmıştır. İnsana ve evrene ait her soruyu, bu bilgi yolunun geniş kapsamı içinde yanıtlamak çabası içinde olmuştur. Bireyi, doğayı ve evreni sentez halinde, bir tür “Birleşik Varlıklar Alanı” olarak açıklamıştır. Ruhselman’ a göre;
“Evrensel zekalar, ruhsal bilgiler ışığı altında, dünya biçimlendiğinden bu yana belli bir tekamül sürecine bağlı olarak canlıları geliştiriyorlar. Ruhsal İdare Sistemi’nin kontrolünde olan dünya tekamülünde, her ne var ise ve her ne oluyor ise, ruhsal bir gözetim ve denetim altında, insanlığı yeni bir devreye, ışık bilgiye hazırlamak için olmaktadır.”
Duyu dışı algılama ve iletişim diye adlandırılan pek çok olgunun araştırılması aslında yüz elli yıl kadar önce başlamıştır. 1850’lerden bu yana konularla ilgili o kadar geniş araştırmalar o kadar çok deneyler yapılmıştır ki ilgili kişilerin elde edebileceği yüzlerce kaynak kitap mevcuttur. Metapsişik bilimi parapsikolojinin bugün incelediği alanları çok daha öncesinden hem de en ince ayrıntısına kadar ortaya koymuş, deneylemiş ve uzanabildikleri konuları ispatlamayı başarabilmişlerdir.
Freud’dan Einstein’a, C. Gustav Jung’dan William Crookes’e…
Freud’dan Einstein’a, C. Gustav Jung’dan William Crookes’e kadar değişik alanlardaki bilim adamlarının ilgisi ruhsal konulara yönelmiştir. Nikola Tesla’nın en büyük hayali kendi beyninde imgelendirdiği bir objeyi başka bir beyine iletebilmekti. Yani amacı beyinler arasında telepatik görüntü transferi yapmaktı. Fakat o dönemin katı materyalist bilim anlayışı ve bu anlayışın getirdiği aforoz korkusu bazılarına geri adım attırmıştır. Örneğin Freud, telepati hakkındaki görüşlerini ölmeden önce yazdığı bir kitapta belirtmişti, fakat bu kitap ancak öldükten sonra yayınlanmıştır.
Freud yaptığı çalışmalarda kehanet ve telepatiyi ele alan deneyler yapmıştır ve vardığı sonuçların bir kısmının bugün için hatalar içerdiği bilinse de telepati bilimi için ciddi kaynak zenginliği yaratmıştır. Telepati sadece uyanıkken değil uykuda ve rüyada da gerçekleşmektedir ve Freud rüyaların hala en büyük bilimcisidir. Kehanet ve telepati birbirine çok yakın dursa da birbirinden çok ayrı incelenmesi gereken noktaları da içerirler. Telepati an içindeki karşılıklı iletişimi sağlar, zamansızdır. Kehanet ise geleceğe dair bilgilerin algılanmasını sağlar, zaman öğesini de içerir.
Freud’a göre falcılar geleceği değil, bilinçaltı istekleri hissediyorlardı
Yani kahinlerin yaptığı şey anlık telepatiden başka bir şey değildi. Onun geleceği hissetme yani kehanet ile ilgili görüşü bugünkü kuantum anlayışıyla ancak şu cümle ile tamamlanabilir belki de:
Evren kuantum düzeyinde ne zaman bir seçim yapmak durumunda kalsa, kaç tane alternatif kuantum durumu varsa her bir durum için yeni bir evren doğar.
Ve Kuantum deneyleri yeni açıklamalarla ilginç bir telepati gerçeğini de ortaya koyuyor:
Kuantum dünyasında atom altı parçacıklar ‘telepati’ kurabiliyorlar.
Aralarındaki mesafe ne olursa olsun, özel koşullar altında iki parçacık birbiriyle sonsuz hızda haberleşebiliyorlar ve bu haberleşme zamanda geriye ya da ileriye doğru olabiliyor.
Birleşik varlıklar alanında tüm evren birbirine görünmez ağlarla ve titreşimlerle bağlı, tıpkı âşıklar arasındaki telepatik bağ gibi! Ses, resim, kelime, yazı, lazer, telepati, atom altı parçacıklar, beyin dalgaları… Aracımız ne olursa olsun bu bağın gücünü hissettiğimizde bütün aşklara inat o en büyük aşkın titreşimlerinde kayboluyoruz.
Bedensel iletişimlerin keyfine dalıp kendi ruhumuzun ve evrenin titreşiminden kopmamak dileğiyle…