Tanrı’ya giden yolu inançsızların kanıyla açmak

İşkence… Bir zamanlar kişinin türlü işkence çekmesi, hapse atılması ve bir miktar odunun üzerinde diri diri yakılması mahkeme kararına bağlanmıştı. “Ölümlü, mezarlıkların örtüsünün altındakini düşün! Kurtçuklar tarafından yenmiş, etsiz, sinirsiz bir beden veya eti kalmamış, çözülmüş, eklem yerleri ayrılmış, ortadaki kemikler… Çürümüş, kokuşmuş yırtık karın… Yüzün şeklini bozan, yarı kemirilmiş burun…”

Tanrı'ya giden yolu inançsızların kanıyla açmak
Engizisyon mahkemelerince işkence cezasına çarptırılmış kişinin tasviri

“Hayatı hor görme ve ölüm karşısında teselli”

1594 yılının Avrupa’sında, “Hayatı hor görme ve ölüm karşısında teselli” adlı eserinde bu mısraları kaleme almış şair Jean – Baptiste Chassignet.

Tanrı'ya giden yolu inançsızların kanıyla açmak
Jean – Baptiste Chassignet

Tüm ürkütücülüğünü tasvir ettiği ölüme meydan okumuş kalemiyle. Hayat bir kelebek kanadıyken, ölüm bronz bir heykel gibi. Ölüm hep orada ve kaçınılmaz. Şairler bile, şiirlerinde Tanrı’ya sığınıyor ölümün bileği bükülmez gücünden. İnanç doluyor dizelerine, örtmek için yaşamlarına hükmeden korkuyu. Peki, kim saldı bu korkuyu? Ölmeden mezara girer gibi, bu iç sıkıntısı, mezar tasvirleri, genç yaşlarında ihtiyar olmaları hangi sebeptendir? Ceset kokusu… Hayır! Eceliyle ölenlerin çürümeye başlayan bedenlerinin kokusunu bastıran bir şey var; Yanık kokusu!


Ortaçağ Avrupası’nda toplum üç sınıftan oluşuyordu: Tanrı’nın görevlileri (Kilise’nin adamları), savaşanlar (şövalyeler) ve çalışanlar. Üçüncü sınıf yani en büyük dilime sahip kesim, çalışarak diğer iki sınıfı beslerdi. Din adamları okuma yazma bilir, halk dili yerine Latince kullanırdı.

Çalışanlar ise okuma – yazma bile bilmeyen cahil insanlardı. Sosyal ve kültürel hayata, böylece, kolaylıkla hakim olan Kilise gücü sarsılmasın diye, kurduğu düzende, halkın ulaşabildiği yegane bilgi olan dini bilgiyi bile, sınırlı ve seçilmiş bir şekilde, halka bir lütuf olarak sunardı. Okullara ve kütüphanelere sadece din adamları girebilirdi.

Engizisyon ve işkence

Katolik Kilise’nin, halkın üzerinde bu denli nüfuz sahibi olmasına rağmen, Kilise tarafından hoş görülmeyen bazı fikir akımları, eylemler veya inançlar toplumda yer edinebilmekteydi. Bu nedenle, başını cadılıkla ilgili uğraşların çektiği dini açıdan “sapkınlık” diye nitelendirilen düşünce ve fiilleri yayanları avlamak için, Roman katolik mahkemesi uygulaması olan Engizisyon icat edildi.

Bu “kutsal” mahkemeler, 13. yüzyılda İspanya başta olmak üzere, Portekiz ve Fransa gibi bazı Avrupa ülkelerinde uygulamaya geçirildi. Engizisyon kurallarına göre astroloji, otacılık, vb. uğraşlar cadılara özgüydü.

Bir kişinin, Kilise’nin katı din kurallarını benimsemeyip, daha anlayışlı ve insancıl bir din yorumunu desteklemesi ve bu doğrultuda mevcut uygulamaların reformunun, çağın gereksinimine uygun şekle getirilmesinin daha iyi olacağını belirtmesi ise din adamlarının “din elden gidiyor” çığlıkları ile bu kişiyi hedef göstermeleriyle nihayetlenirdi. Kilise bilimi ve bilimsel bilgiyi de kendisi için çok kuvvetli bir düşman olarak gördüğü için “günah” ilan etmişti.

Kurulu sistemin, din adına ufacık bıraktığı beyinlere düşecek her bilimsel bilgi ışığı, bu ışıkla aydınlanan bireyin, Tanrı’nın mutlak doğrularından başka doğru aramaya yönelmiş bir din karşıtı olduğunu kanıtlamaya yeterdi. Buna en güzel örnek, modern fiziğin ve teleskopik astronominin kurucusu Galileo Galilei’nin Kutsal Engizisyon’ca kitabının yasaklanması ve yetmiş yaşında, kendi evinde göz hapsine mahkum edilmesidir. Bunlar ve burada sayamayacağım (kimileri, öyle gösterilmese de siyasi ve ekonomik olan) birçok neden, kişinin türlü işkencelerden geçmesi, hapse atılması ve bir miktar odunun üzerinde diri diri yakılması için yeterli suçlardı. Diri diri yakılma, din adamlarının Tanrı adına yaptığı, dini koruyan ve “suçlu” ya kendini savunma hakkı verilmeden, kimi zaman dedikodulardan, iftiralardan, söylentilerden yola çıkılarak karar verilen bir ceza idi.

Tanrı'ya giden yolu inançsızların kanıyla açmak
Engizisyon mahkemelerince işkence cezasına çarptırılmış kişinin tasviri

Engizisyonun katlini uygun gördüğü ünlü simalardan bazıları

Amaury de Chartres: Filozof ve din bilimci. 1209’da, Fransa’da, çalışma arkadaşlarıyla beraber yakıldı. Cecco d’Ascoli Francesco Stabili; Fizik ve astroloji ile uğraşıyordu. 1327’de, din hakkında kötü konuşuyor denilerek, İtalya’da yakıldı.

Giordano Bruno: Bilimsel merakı ve eleştirel düşünme şeklini benimseyen, hümanizmden ölüm anında bile geri dönmeyerek sembolleşmiş filozof ve din bilimci. Bizim dünyamıza benzer sayısız dünyaların yer aldığı, uçsuz bucaksız bir uzay fikrini gösterdi felsefi yazılarında. 1600’da Roma’da, fikirlerini haykıramasın diye ağzı tahta bir gemle ezildikten sonra yakıldı.

Étienne Dolet: Şair, basımcı ve fransız hümanisti. Materyalizm ve ateizm düşünceleri nedeniyle, 1546’da, kimliği belirsiz kişilerce işkence gördü, boğularak öldürüldü ve kitaplarıyla yakıldı.

Jan Hus: Çek din bilimci ve din reformcusu. 1415’te  “dinden sapma” suçuyla yakıldı. Jérôme de Prague; Reform hareketinin önderlerinden Wyclif’in fikirlerine destek verdiği ve Jan Hus’un arkadaşı olduğu için, “sapkın” olma suçuyla 1416’da yakıldı.

Gabriel Malagrida: İtalyan cizvit misyoneri. 1761’de, Portekiz’de, önce işkence gördü sonra yakıldı. José María Morelos y Pavón; Meksikalı din adamı ve isyancı. 1815’de kurşuna dizildi.


Michel Servet: İspanyol asıllı din bilimci ve hekim. Kanın akciğerlere, oksijen almak için girdiğini keşfetti. Hristiyan üçlemesinin (baba – oğul – kutsal ruh) bir dogma olduğunu ve Hz. İsa’nın Tanrı olmadığını, Tanrı’nın görevlendirdiği bir insan olduğunu söylediği için 1553’te yakıldı.

António José da Silva: Yahudi drama yazarı. Hristiyan olmadığı anlaşıldığı için 1739’da, Portekiz’de yakıldı. Triora cadıları: Triora’da 33 otacı kadın “cadı” denilerek işkence gördü, hapse atıldı. Kimileri hapiste, kimileri işkence sırasında öldü.

İşkencelere devam…

Lucilio Vanini: Natüralist ve filozof. Dine hakaret ve ateizm gibi suçlardan, Fransa’da, 1619 yılında önce dili kesildi sonra boğuldu ve yakıldı. Henri Voes ve Jean Van Eschen; Brüksel’de, 1523’te, Luther doktrinine geçtikleri için yakıldılar. İnfazları 4 saat sürdü.

Jeanne D’Arc: 1429’da, Fransa’da bulunan Orléans’ı, İngiliz işgalinden kurtardı. Fransız din adamları tarafından oluşturulan mahkemede, “sapkın” olduğuna kanaat getirildi. Hristiyan din adamlarının eleştirdiği diğer şey ise bir kadın olarak ordunun başına geçmiş olmasıydı çünkü bu davranışla ev işleri, hayvanlar ve çocuklarla ilgilenen klasik kadın rolünün dışına çıkmış oluyordu. Fransız ordusuna başarı kazandıran Jeanne d’Arc, fransız din adamlarınca cadı denilerek, suçlu bulundu. Rouen’de yakılarak öldürüldü.

Bu sayılanlar, engizisyon mahkemelerinin gazabına uğrayan ünlü simalardan bir kısmıdır. Bunun dışında, şeytanın bile aklına gelmeyecek işkence yöntemleriyle, birbirinden farklı ithamlarla sorgulananların, toplu halde yakılanların, hapse atılanların haddi hesabı yoktur.

Kim saldı bu korkuyu?

Şimdi baştaki soruya geri dönelim; Kim saldı bu korkuyu? Gücün, iktidarın ve mutlak haklılığın tadına varmış din adamları, din bilginleri! Dinin, siyasete, ticarete, sosyal adaletsizliğe araç edilmesinin en güzel örneklerinden birisidir engizisyon uygulaması.

Halkın kanından beslendikçe büyüyen sahte dindarların, bilim, düşünce ve hümanizme olan düşmanlığı, göz ardı edilemez bir gerçektir. Onlara göre din, sadece öteki dünya için yaşamayı emreder. Kendileri, bu dünyanın nimetlerinden sonuna kadar faydalansalar da halka, dünya nimetlerinin hepsini yasaklarlar, onları, adeta ölmeden kabirlerine koyarak, haksızlığa, sömürüye, yalana karşı koyamaz hale getirirler ve böylece erklerini sağlamlaştırırlar. Her türlü, insancıl dini yaklaşım ve yorum, bilimsel gelişme, bu sarsılmaz gibi görünen güç abidesi için birer düşmandır, tehlikedir.

Fransız Devrimi: “Yeter artık çığlığı”

Temmuz ayının 14’ünde Fransa’da yıldönümünün kutlandığı Fransız Devrimi, 1789 yılında, bu bağnazlığa karşı atılmış, belki de en sert yumruk olmuştur. Bu devrim, halkın her yönden büyük sıkıntılar yaşadığı bir dönemde, aydınların, bilim adamlarının, filozofların ve hümanistlerin ışığı ile halkın sağduyusunun birleştiği noktada ortaya çıkan “yeter artık” çığlığıdır.

Devrimi takip eden zamanlardaki gelişmeler arasında, ruhban sınıfının, halkın sırtından edindiği mal varlıklarına el konulmasından tutun, Kilise’nin siyasetten tamamen soyutlanmasına kadar birçok radikal değişim yaşanmıştır. O zamanlarda, tahmin edilebileceği gibi, ruhban sınıfı buna direnmiş, halkı “laik olanlar(din karşıtları)” ve “inançlı olanlar” diye bölünmeye sevk ederek, devrimin ellerinden aldığı gücü geri kazanmaya çalışmıştır. Hatta, din adamları arasında bile fikri bölünme yaşanmıştır. Ancak bugün, karşımızda, bu çekişmeden sağ salim çıkıp, devrim değerlerini benimseyerek, ekonomik, bilimsel ve hukuki açıdan refaha ermiş, iç politikaları ile örnek gösterilir hale gelmiş bir Avrupa vardır.

Aydınlanmanın önemi

Tarihin tekerrür ettiğine ve aklın yolunun bir olduğuna inanarak, aynı aydınlanmanın, yüce dinimiz İslam’ın yaşandığı, Türkiye dahil, tüm ülkelerde, bir gün gerçekleşeceğine ve bu ülkelerde, Allah dışında başka hiç kimseye; Ne şeyhlere, ne de kelle alarak veya cehennemle korkutarak halkı pasifleştiren yönetimlere kulluk yaparak, insana hak ettiği değeri atfedecek karakterde Müslümanların yetişeceği, Mevlana’nın, Yunus’un felsefelerini özümsemiş, adaleti ve hoşgörüyü öven bir düzene kavuşabileceğimize yürekten inanıyorum. İşte o gün, tıpkı ortaçağ Katolik Kilise’sinin, bir zamanlar, halkın zihninde yaratmış olduğu “din elden gidiyor, bizi dinsiz yapmak istiyorlar” benzeri hezeyanlara, toplumumuzda artık rast gelinmiyor olacaktır.

Böylesi bir dini olgunluk ortamında ise 29 Ekim 1923’de, Fransız yazar Maurice Pernot’ya “Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Hakikate bizzat nasıl inanıyorsam, dinime de öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki, Türkiye’ye istiklalini veren bu Asya, milletinin içinde, daha karışık, suni itikatlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaktır.” şeklinde demeç veren ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün ne demek istediği daha iyi anlaşılacaktır.


Yazar: Sebla Kutsal

Unutulmaz idam edilen edebi kişiler (1)