“Oku, çalış, adam ol” dediler. ‘Peki, tamam, ama nasıl?’ ‘Bizim gibi yapın’ dediler. Bazılarımız boyun eğdik, bazılarımız isyan ediyoruz. Ama yavaş yavaş nesil olarak ‘Nasıl?‘ sorusuna kendi cevabımızı keşfediyoruz.
Keşfetmek: Bu hayata neden geldik?
Ne olduğumuzu keşfederken bir yandan hayatta kalmamız gerek. Hayatta kalmayı toplumdan mecburen öğreniyoruz, fakat ne olduğumuzu keşfetmek şahsi görevimiz ve bunun için bizi dürtükleyen yok.
Bu sahnede oluşan iki zıt tutum gözlemliyorum: Birincisinde kendimizi, sadece hayatta kalmak için yaşamımızın büyük kısmını satar halde buluyoruz.
E geriye kalan vakitte de bırak kendine dönmeyi, televizyonun kapatma tuşuna el uzatmaya hal ve irade kalmıyor.
İkinci durumda ise, toplumun kölesi olduğu çarka karşı çıkıyoruz. Fakat bu sefer de yerine bir şey koymaya çalışmadan avare avare dolaşıyoruz. İki uçtan birine dengesizce kaydığımızda kaçınılmaz olarak mutsuz oluyoruz.
Peki nasıl olacak?
‘Oku, çalış, adam ol’ denildi diye aslında istemediğimiz bölümden mezun olup cumburlop hop ruhumuzu emen bir işe girmek arasında yuvarlanırken hayalini kurduğumuz dünyaya nasıl erişeceğiz? Ya da sadece olanı reddederken, temeli sağlam hayaller kurup onları gerçekleştirmek için çaba göstermeyecek miyiz?
İşte şimdi tam bunun cevabını aradığımız sıralar aslında. Küresel olarak manevi arayışın şaha kalkmasıyla yüzeyselliğin değer yitirmesi, gittikçe daha fazla genci çarkın dışına çıkmaya motive ediyor. Nefes aldırtmayan işlerinde bir gün aniden duruma ayılan insanlar, ‘Bu değil abi!‘ diyerek işten çıkarken, ‘E peki ne?‘ sorusuna cevap aramaya başlamış oluyoruz. Bu neslin üstüne düşen de bunu bulmak belki.
Ya da en azından, bu cevabı bulacak sonraki nesil için ‘bu değil’ zeminini iyice bir inşa etmek. Tabi bunu bahane edip, insanın fıtri ihtiyacı olan çalışmaktan kaytarmak da çözüm değil, o baştan belli.
Türk Toplumu ve dünyada keşif sürecine bakış açısı
Türkiye’de gençlere kep töreninden itibaren giderek artan bir ‘çalışmalı!’ baskısı söz konusu.
Müdahaleyi seven akrabalar ve konu komşuya kulak asmak kültürümüzün bir parçası. Ne istediğini, seçeneklerini ve ne istemediğini bilmeyen genç de mecbur bu yolu izliyor. Ta ki öz değerlerimize sahip çıkıp bunu bıraktığımız güne kadar. Bunun ne zaman gerçekleşeceği kişiye göre değişir. Ama fikrimce ne kadar erken olursa o kadar sağlıklı. Şayet bilinmezliği keşfetme ve az kat edilmiş rotalardan gitme cesaretine gençken daha çok sahibiz.
Avrupa’da okuldan mezun olan bir gencin 1, hatta 2 yılı dünyayı gezmesi ve ihtimallerini keşfetmesi oldukça yaygın bir durum. Buna ülkemizde olduğu gibi ‘vakit kaybetmek’, ‘değerli zamanı harcamak’ veya ‘şımarıklık’ diye bakılmıyor.
Doğal ve makul olduğu kadar toplumca da desteklenen bir süreç. Sonuçta zaman ve enerjimizi bir yatırım aracı olarak görürsek nereye yatırım yapacağımızı seçmek için önce araştırmaya süre ayırmaktan daha akıllıca ne olabilir ki?
İletişim çağı sonucu küreselleşen ortak bir kültür var. Bu açıdan şanslıyız ki ‘icat çıkarma’ya sıcak bakmayan toplumumuzun ötesine uzanabiliyoruz.
Tekdüze yaşamını bırakıp keşif yolculuğuna koyulan ve bu yolculuğu dünyayla paylaşanlar (bloglar, vloglar, filmler, kitaplar vb) her geçen gün artıyor. Böylece sadece daha çok tecrübeye erişmekle kalmıyoruz, bir de toplumun dayatmalarına karşı bundan güç alabiliyoruz.
X kuşağının sahip olmadığı Y ve Z’nin büyük bir şansı bu. Çünkü içimizde zaten hissediyor olduklarımıza kulak vermek için tek ihtiyacımız olan birazcık destek.
Neticede kabul edilebilir davranışları görerek öğreniyoruz. Tabi başkalarının kendi yollarını keşfe çıkmasından sadece ilham alabiliriz. Sonuçta herkesin kendi yolculuğu var ve önemli olan bunu açığa çıkarmak. Yani kişisel gelişim erbabınca dile sakız olmuş ifadesiyle: Kendini gerçekleştirmek.
Nedir bu kendini gerçekleştirmek? Ve neden?
Ne demek kendini gerçekleştirmek? Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin en üst basamağı olan bu ihtiyaç, özetle ideallerimizi ve becerilerimizi hayata geçirmek anlamına geliyor. Her birimiz olabileceklerimizin bir taslağıyız diyelim. Çaba ve istikrarla potansiyelimiz gerçekleşecek. Bunu yaparken büyük bir yaşam sevinci, coşku hissederiz. Gelişiriz, kuvvetleniriz, gittikçe daha fazla ‘kendimiz’ oluruz. Bolca dener, yanılır, düşer, kalkar, adeta savaşır, öğreniriz ve bu tüm bir yaşam sürecidir. Bu bizim yaşamımızın mesajıdır aynı zamanda. Bunu neden yapalım ki sorusu içinse şöyle düşünelim:
Neden içimizde böyle dürtüler var? Her birimiz farklıyız; farklı mücadelelere, arzulara, itkilere sahibiz. Biri için müzik, diğerine sorun çözmek, ötekine yazmak içgüdüsel ve haz verici.
Bu içimizdeki çağrı şu gri makinedeki değil de doğal sistemdeki görevimiz olabilir mi? Bu çağrıya kulak verdikçe hem daha iyi hissediyor, hem de daha iyi hissettiriyor olduğumuza göre bana öyle gelir. Sanki böylece doğanın kendini iyileştirmesindeki aracı oluyoruz. Dünyaya asıl katacağımız değeri keşfederken bir yandan iyileşiyor, ışıldıyor, sadece yaptığımız işle değil, gülümseyen varlığımızla çevremize ve dünyaya anlam katıyoruz.
Dönelim yaşamda yapacaklarımıza karar verme aşamasına. Kendi öz istemimizi bulmak tabi ki çoktan seçmeli değil, kompozisyon sorusudur. Keşfetmek bilinmezliğe göğüs germeyi gerektirir. Yani cesaret, deneme yanılma için enerji, yanılmalarda kuvvetli ve istikrarlı kalmak, yeniden başlama sabrı, algılama ve karar verme becerisi… Ama bunu yapmaya tembellik ediyorsak, korkup kaçıyorsak, dünyanın gidişatından nasıl şikayet edebiliriz? Hoşnutsuzluğumuz hakkında şikayet ederken dünyanın da, ‘ah şu insanlar, her şey yoluna girecek de kalplerindeki pusulayı takip etmeye üşeniyorlar!‘ dediğini düşünsenize.
Elbette kolay sayılmaz çevre baskısına ve kendi iç şeytanlarımıza karşı kuvvetli durup iç yönelişimize güvenmek. Hele bunu nasıl yapacağımızı, neden yapacağımızı, hatta yapabileceğimizi bilmiyorken… Ama eninde sonunda keşfetmemiz gereken budur; iç çağrını keşfetmenin gerekliliğini kavramak ve toplumca bunu norm haline getirmek. Böylece gelecek nesil için her şey çok daha kolay olacak.
Nereden geldik, nereye gidiyoruz?
Çok daha bilinçli yetişecek bir sonraki neslin neler yapabileceğini hayal edebiliyor musunuz? Şimdiden daha çok kişi kendini gerçekleştiriyor ve dünyada yıkımla birlikte bir yandan şifacılar artıyor. Bir de çocukların kendi iç istemini arayıp bulması, deneyip yanılması için teşvik edildiğini düşünün. Gerekli ortam, bilgilendirme ve anlayış sağlandığında neler olabilir! Baskıya karşı tohum 70’ler civarı çatladı. Bizse karanlık toprağı ittirerek ışığa doğru çıkma çabasındayız. Bundan sonra artık güneşe değen yapraklarıyla bitkinin filizlenmesi geliyor inşallah.
Görüyoruz ki sadece olana karşı çıkmak, direnmek yetmiyor. Bir yandan yıkarken bir yandan inşa gerekli! Çarklı sistemi reddetmek, büsbütün çalışmaktan ve sorumluluktan kaçmak demek olmamalı. Değer üretmek insanın doğasıdır. Böylece arınır, gelişir, sevinir kişi.
Reddetmeyi meziyet bilen bu nesil bunu ne kadar erken kavrarsa o kadar iyi. Tıpkı bir ağaç gibi, bir yük altında ezilmeden sadece kendi özü rehberliğinde çalışarak yaşama yaşam katabilir insan. Öyleyse Y kuşağına düşen kendi öz çağrısına kulak vermek ve bu sırada öz eleştiriden geri kalmamak, onların aileleri ve çevreleri olan X kuşağına düşense gençleri bu arayışta desteklemek gibi gözüküyor.
Şifanın yeşil ağacını elbirliğiyle büyütmek dileğiyle…