Bugüne kadar okuduğum romanların içinde beni en çok etkileyenlerden biri de sanıyorum George Orwell’in ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ romanı. Yazar bu eserini yazarken ilerideki yüzyıl içinde bir ülkenin mutlaka bu şekilde yönetileceğini hissettiğini ama hangisinin olduğunu öngöremediğini söyleyerek kitapta geçen her şeyin bir hayal ürünü olup kabus ütopyası olduğunu özellikle vurgulamış.
Kurgusu içinde büyük birader, parti, düşünce polisi ve düşünce suçu kavramları çokça geçiyor. İnsanlığın duygularının zamanla köreltilerek yok edilmeye çalışıldığı, muhakeme yeteneklerinin korkutularak ellerinden alındığı bir karanlık çağı anlatır. Anlatılan çağ için özellikle vurgulanan, topluma verilen eğitimin hafızayı öldürücü ve kelimeleri yok edici bir sistem olmasıyla birlikte kitapta geçen Büyük Birader’in ileri teknoloji sayesinde halkı sürekli gözetlemesi ve üzerinde parti baskısıyla kurduğu kontrol anlatılır. Anlatılan ütopyada insanlar partiye o kadar inanırlar ki koşulsuz şartsız partinin her söylediğini doğru kabul ederler.
Egemen öğretiye yeni söylem denir
Bu yönetim şeklinde düşünmek bile suçtur, hiçbir düşünce suçlusuna olanak vermeyecek şekilde kurallar uygulanır. Aykırı düşünen buharlaşır. Düşünce polisi sürekli yakanızdadır. Tutuklamalar her zaman gece yapılır. Duvarlara asılı Büyük Birader’in gözü hep üstünüzdedir. Ama o yüzün dışında eve yerleştirilmiş tele – ekranlar, görüntü ve sesleri kayıt altına alırken yayın da yaparlar. Ne zaman izlenip ne zaman izlenilmediğini kimse anlayamaz.
Bu büyük gözaltı için Amerikalı ünlü bir psikanalist olan Erich Fromm şu ifadelerde bulunur:
“George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, bir ruh halinin dile getirilmesi ve bir uyarıdır. Dile getirilen ruh hali, insanoğlunun geleceğine ilişkin handiyse bir umarsızlık, uyarı ise tarihin akışı değişmediği sürece dünyanın dört bir yanındaki insanların en insani niteliklerini yitirecekleri, ruhsuz otomatlara dönüşecekleri, üstelik bunun farkına bile varmayacaklarıdır…
Orwell, öteki olumsuz ütopyaların yazarları gibi, bir felaket kahini değildir. Bizi uyarmak ve uyandırmak ister. Hala umudu vardır; ama Batı toplumunun daha önceki evrelerindeki ütopyaların yazarlarının tersine, umarsız bir umuttur bu.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört bize, bu umudun ancak, bugün tüm insanların karşı karşıya oldukları tehlikenin, bireyselliği, aşkı, eleştirel düşünceyi tümden yitireceği gibi, bunun ayırdına bile varamayacak bir otomatlar toplumu olup çıkma tehlikesinin farkına vararak kavranabileceğini öğretir.
Orwell’in bu yapıtı gibi kitaplar güçlü birer uyarıdır
Okuyucu, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, yüzeysel bir biçimde Stalinci barbarlığın bir başka tanımlaması olarak yorumlamakla yetinir ve bizi de “Batı” kastettiğini görmezse çok yazık olur…” diyerek uyarır.
Ben Erich Fromm’un burada bahsettiği yorumla birlikte George Orwell’in yarattığı bu ütopyanın bugüne uzanan paralel gerçekliğine biraz değinmek istiyorum.
Eğitimde ezberci anlayış
Bugün sol lob ezberci anlayışla okullarda verilen sistem, ne yazık ki kişilerin hayal gücünü yok ederken muhakeme yeteneklerini de en azami derecede kullanmasına sebebiyet veriyor. Sistemden dışarı çıkmayı başarıp kendi gerçekliklerini yaşamak için yolda olanlar ve hayal kurmaktan hiç vazgeçmeyen çok sayılı bir azınlık sadece sistemin dışına çıkabiliyor ve kendi yaşamının bilinçli aktif oyuncusu olabiliyor.
Robotlaşan bireylere döndürüyoruz günden güne gençlerimizi!
Markanın her şey olduğu, arkadaşlarıyla bir masada otururken onlarla aynı cep telefonuna sahip olmazsa kabul görmeyeceğine inanan, her şeyin madde olduğu vurgulanan, onlara kendilerinin dışında birçok şeye umarsız olmayı aşılayan, hızlı yaşa genç öl misali yaşlının gencinin genç kalmak için canla başla uğraş verdiği, fit gözükmek için spor salonlarından çıkılmadığı, giyimiyle kuşamıyla kendine genç bir hava vermeye çalışırken görselliğin her şey kabul edildiği, yemek içmek cinsellik ile insana dair sadece bitkisel ihtiyaçların doyurulmaya çalışıldığı ve ne yazık ki gençlere de sosyal medyada sadece bunun aşılandığı fakat bunun yanında insanı insan yapan değerler; fedakarlık, dürüstlük, paylaşım, araştırmacı bir ruh, birlikte vakit geçirdiğin insanlara karşı vefa, etik değerler ve ahlak gibi kavramların hiçe sayıldığı dönemleri yaşıyoruz.
Bu yaratılan algı, gencinden yaşlısına toplumu avucunun içine almış durumda. Zaten şu anda medyada öne çıkan herkesin fit görünmeye çalışıp, spor salonlarından çıkmadığı, herkesin sözde mükemmel hayatlar yaşadığı, gençleşmek için var güçleriyle gösterdikleri çırpınış, tüm öne çıkan temalar hep görsele dayalı…
Gençler ne yazık ki onlardan yaşça büyükler tarafından da sadece zengin ve görsel olarak çekici olmaya özendiriliyor. Tüm medya, politikacılar, işadamları, liderler ve tüm bunların toplamından kültür – sanata kadar dünyayı her adımda bu yüzden para yönetiyor.
Para gün geçtikçe en gerçek değer olurken insanın gerçekliğini de bir o kadar elinden aldı… Robotlaşmış, hissizleşmiş, ruhunu kaybetmiş insanlar yarattı. Niye yaşadığını bilmeyen, sorgulamayan, hedonist bireyler olarak günden güne insanlık çöküşe geçti.
Artık tek bir umut var, o da eğitimde… Sisteminin değişerek daha sağ lob ağırlıklı, duygusal zekaya önem veren bir eğitim – öğretim sisteminin gelmesiyle çocuklara birey olma yolunda insan olmanın değeri aşılanırken ayrıcalıkları ve sorumlulukları da öğretilerek gerçek toplum bireyleri olmaları yolunda önemli adımlar atılabilir. Çünkü istikbal gençlerin elindedir…