Tarih 22 Mart 1938. Avusturya’nın Nazi’lere teslim olmasından 10 gün sonra. Sigmund Freud Viyana’daki evinde daha önce hiç olmadığı kadar endişeli bugün. Dün Hitler’in Gestapo Polisleri, kızı Anna Freud’u tutukladılar ve kendisini bulurlarsa öldürülebilir. Tanıdığı tüm önemli diplomatlar, ailesi ve çevresi onun Viyana’dan kaçmasını istiyorlar. Fakat o burada kalmakta ısrarlı. Hitlerin Viyana’ya yürüdüğünü biliyor ve bu şehir ikisinin de hayatında önemli bir yere sahip…
Nazi’ler Freud’un kitaplarını yıllar öncesinden yasaklamaya ve yakmaya başlamışlardı. Ondan nefret ediyorlardı. Ve artık kapısına kadar da gelmişti bu tehlike. Üstelik Freud yaşlanmış ve hastaydı da. Çenesi, yayılan kanser nedeniyle sökülmüş, yerine ilişme çene takılmıştı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi şimdi de öldürülme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Peki, bu haliyle de olsa gücünün zirvesinde olan ve engel tanımayan Hitler’e karşı neden Viyana’da kalmak istiyordu? Diğer taraftan Adolf Hitler denen bu adam nasıl olmuştu da bu kadar güçlenmiş, milyonları etrafında toplayabilmiş, Avusturya’yı tek bir kurşun dahi sıkmadan işgal etmişti?
İşlerin nasıl bu noktaya geldiğini anlamamız için bu tarihten 18 yıl öncesine 1920 yılına gidiyoruz…
1. Dünya Savaşı öncesinde Freud, her insanın zihninin derinliklerinde saklı ilkel, doyurulamaz cinsel ve saldırgan güçlerin var olduğunu ısrarla söylüyordu. Ciddiye alınmasa da 1. Dünya Savaşı’yla birlikte Avrupa’da gerçekleşen kitlesel kıyımlar ve yıkım dikkatleri onun çalışmalarına çekmeyi başardı. Ayrıca Freud’un yeğeni Edward Bernays’da amcasının çalışmalarıyla Amerika’da inanılmaz işler gerçekleştiriyordu. Onun eserlerini bastırıyor, akademik çevrelerde görüşlerinin kabul görmesini sağlayacak faaliyetlerde bulunuyordu. Bu sayede büyük bir servete sahip olmuştu. Amerika’da işler iyiydi fakat viyana da yaşayan Freud için durum biraz farklıydı…
1920 yılında Freud artık popüler bir insandı.
1. Dünya Savaşı bitmiş varlığını da arttırmıştı. Her şey iyi gidiyor gibi görünse de onun aklını kurcalayan bazı rahatsız edici düşünceler hala devam etmekteydi. Savaş yıllarında tanık olduğu şiddet onu çok etkilemiş, insanlık hakkında ki karamsar düşünceleri daha da şiddetlenmişti. İnsanın imkansız bir yaratık olduğunu düşünüyordu. Ona göre aşırı sadist ve kötü bir türdük. Dahası insanın gelişebileceğine de inanmıyordu. İnsan vahşi bir hayvandı. Dünyadaki en vahşi hayvan… Öldürmekten ve işkence etmekten zevk alıyorduk. Freud insanlığı sevmiyordu.
Zihninde ki bu karamsar hava onu daralttığından olacak 1920 yazında Alplere çekilmeye karar verdi orada 100 sayfayı geçmeyen “Grup Psikolojisi ve Ego Analizi” adında bir kitap yazdı. Bu kitapta grupların davranışını inceleyen Freud, insanların bilinç dışı saldırgan güçlerinin kitleler halinde olunca ne kadar kolay tetiklenebileceğini anlatıyordu. Daha önceki çalışmalarında bahsettiği insanların içinde gizli olan saldırgan güçleri yeterince dikkate almadığını düşünüyordu. İlk düşündüğünden çok daha tehlikeliydi bu güçler.
Demokrasinin yanlış prensibi
Freud’un kitabı yeğeni Bernays tarafından Amerika’da yayınlanınca, dönemin önde gelen gazetecileri ve entelektüeller arasında korkunç bir etki yarattı… En çok etkilendikleri ve korktukları şeyse modern toplum maskesi altında gizlenen tehlikeli güçlerdi. Bu güçler kolaylıkla yıkıcı taşkın kalabalıklar ortaya çıkarabilir, hükümetleri rahatlıkla devirebilirdi.
Rusya’da çarlığın yıkılması sırasında gerçekleşen vahşete bu gücün neden olduğu düşünülüyordu. Çoğuna göre bunun anlamı demokrasinin temel prensiplerinden birinin yanlış olmasıydı. İçlerinde her an ortaya çıkabilecek bir vahşilik taşıyan kitlelerin gerçekçi bir karar alması nasıl düşünülebilirdi ki?
Ayrıca Amerika’nın gelmiş geçmiş en etkili siyasi düşünürlerinden biri olan Walter Lipmann’da bu konuda endişeliydi.
Lipmann, eğer insanlar bilinç dışı tehlikeli güçler tarafından yönlendiriliyorlarsa, o zaman demokrasinin yeniden düşünülmesi gerektiğinin önemli olduğunu savunuyordu. Ona göre “Şaşkın Güruh” adını verdiği kalabalıkları yönetecek yeni bir elit kesime ihtiyaç vardı. Kitlelerin bilinç dışının kontrol edilmesi gerekiyordu ve bu psikolojik yöntemlerle yapılmalıydı. Diğer türlü tüm düzeni kısa sürede yıkabilecek bir tehdit göz ardı edilemezdi. Edward Bernays, Freud’un ve Lippmann’ın söylemlerinden çok etkilenmişti. Bu düşünceleri kullanarak kendini öne çıkarabileceğini düşünmeye başladı. Başaracaktı da.
Mutluluk makineleri
Bernays hemen konuyla alakalı bir kitap dizisi yazmaya başladı. Lippmann’ın bahsettiği kitlelerin bilinç dışının kontrol edilerek vahşi içgüdüsel dürtülerden uzaklaştırılması gerektiği fikrini gerçekleştirecek bazı teknikler bulduğunu söylüyordu. Bernays’a göre insanların içgüdüsel arzuları bastırılmamalıydı. Aksine daha da harekete geçirilmeliydi. (Tabi yönlendirilerek) Kitlelerin bu arzuları tüketim ürünleriyle tatmin edilirse bu onlardaki irrasyonel güçleri rahatlıkla yönlendirmenin yolunu açacaktı. Bernays bu çalışmasıyla insanların en derin arzularına en derin korkularına dalıp onları yönetici sınıfın amaçları doğrultusunda kullanılmasının yolunu açmıştı. İnsanların arzuları tüketim ürünlerine yönlendirilerek sürekli hareket eden mutluluk makinelerine dönüşmeleri sağlanmıştı. Ve bu makineler ekonomik büyüme içinde vazgeçilmezdi. Üstelik sorun da çıkarmıyorlardı.
Freud’un kuramlarıyla kitlelerin nasıl yönlendirilebileceğini öğrenen Bernays bunu Amerika’nın siyasi otoritelerine pazarlamaya başladı. Ve iktidar sahibi guruplarda bu teknikleri kullanmayı kendileri için avantaj olarak gördüler. Cavın Coolidge, Herbert Clark Hoover gibi Dönemin ABD başkanları Edward Bernays’a çalışan bir gurup reklamcı ve halkla ilişkiler ekibine sahipti. Ayrıca bu kişiler dünya tarihinde bireyi “Tüketen kişi” olarak kabul eden ilk başkanlar olacaktı.
Demokrasiyi göz boyama stratejisine dönüştürmek
Peki, bu devasa tabloda demokrasi neredeydi?
Demokrasi, basit anlamıyla siyasi denetimi halkın hür vicdanıyla seçmesi, eşit olmak demekse. Halkın manipüle edilip kararlarının yönlendirilerek yönetici sınıfın çıkarlarını korumak demokrasiye ne derece uygundu? Bernays ve Lippmann’ın kitleleri yönetme kavramları demokrasi fikrini alıyor ve onu geçici bir göz boyama stratejisine dönüştürüyordu. Bu şu demekti; halkın ilaca ihtiyacı varsa temin et, ulaşımını, barınma ihtiyacını, iletişim kanallarını sağla…
Acil isteklere ve acil acılara müdahale et, onları güvende ve mutlu hissettir, fakat tüm bunlar anlık iyileştirici hamleler olsun.
Bu strateji toplumdaki nesnel değişimlerin önünde güçlü bir duvar örmek demekti. Örnekle açıklamak gerekirse; Çok fakirken çok zengin olan birkaç insan figürü popüler hale getirilerek ” Bakın! sizde bunu başarabilirsiniz” algısıyla insanlara umut aşılanacak. Fakat gerçekte zengin ve fakir arasındaki o uçurum hep muhafaza edilerek elit sayılan kesimlerin çıkarları korunacaktı.Demokrasi kavramını bu noktadan sonra iktidar ilişkilerini değiştirmek olarak değil, iktidar ilişkilerini korumak olarak değiştirmişlerdi. Halkın psikolojik hayatını etkileme pahasına olsa bile…
Bernays bu şekilde Amerika’da siyasetçilerin, sinema yıldızlarının ve dev şirketlerin etrafında döndüğü bir adam olarak sürekli büyümeye devam etti. Fakat onun, Lippmann’nın ve Freud’un çalışmalarını yakından takip eden, özellikle kitlelerin yönetimi ve propagandayla çok yakından ilgilenen kilit bir adam daha vardı adı Joseph Goebbels’di. (İlerde Hitler’in en yakın arkadaşlarından olacak)
Joseph Goebbels ve Adolf Hitler
1920 yılında Alman işçi partisine üye olarak katılan Hitler, bir yıl içinde partinin liderlik konumuna yükselmiş ve adını Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi olarak değiştirmişti. Bu, o dönemlerin Almanya’sı için büyütülecek bir başarı değildir. Çünkü 1. Dünya savaşı sonrasında Alman siyasi otoriteleri lime lime edilmiştir ve onlarca partinin mücadelesine tanık olunuyordur. Hitlerin tüm bu partilerin önüne geçmesi için farklı bir yol izlemesi gerekecektir.
Tarihler 8 Kasım 1923’ü gösterdiğinde Hitler, Benito Mussolini’nin Roma Yürüyüşü’nü taklit ederek Münih’teki Bavyera hükümetini devirmek ister. Fakat başarılı olamaz. Tüm itibarını kaybettiğini düşünerek İntihar etme planları yapar fakat bunu gerçekleştiremeden yakalanıp 5 yıl hapis cezasına çarptırılır sonrasında tehlikeli biri olmadığı gerekçesiyle 1924 yılında serbest bırakılır.
1924 tarihi aynı zamanda Joseph Goebbels’in Adolf Hitler’e devredilen Völkischer Beobachte gazetesinde yayın yönetmeni olduğu tarihtir. İkisi çok yakın arkadaş olacaklardır. Goebbels kitle yönetimi alanında öğrendiği tüm teknikleri Nazi Partisi için alman halkı üzerinde kullanacaktır. Nazilerin yükselişi başlamıştır…
**