“Hayvanlar yargılanabilir mi?” sorusu modern insana ilk bakışta çok saçma gelecektir. Çünkü modern insanın bu soruya cevabı hazır ve nettir: “Tabii ki hayır”. Halbuki şimdilerde insanlara gayet garip ve saçma gelen bu soru ortaçağda çok da garip ve saçma değildi…
Ortaçağ’da bazı hayvanlar işledikleri suçlardan dolayı mahkemeye çıkarılmış ve yargılandıktan sonra idam edilerek öldürülmüştür.
Birkaç örnek vermek gerekirse:
1266 yılında Fransa’da küçük bir çocuğu yiyen bir domuz, hakimin emriyle diri diri yakılmaya mahkum edilmiş. Ve infaz emri yerine getirilmiştir.
1386’daki başka bir davada, yine Fransa’da bir çocuğu yaralayan domuz ayakları ve başı kopartılmak suretiyle ölüme mahkum edilmiş.
1389 yılında Fransa’nın Dijon kentinde sanık sandalyesine bu sefer bir at oturtulur. Sahibini yaralamaktan suçlu bulunan hayvan başı kesilerek idam edilir.
Yine 1546 yılında Fransa’nın Paris kentinde çevresine zarar vermekten suçlu bulunan bir inek önce asılır sonra şişe geçirilerek kızartılır.
Ortaçağ Avrupasında en az 144 hayvan yargılanmış
Genellikle bu dönemde, sivil mahkemelerde daha çok köpek gibi evcil veya kırsal kesim insanı için büyük önem taşıyan domuz, öküz, eşek gibi hayvanlara karşı davalar açılır. Bunun yanında çekirge, fare, tırtıl, köstebek haşerelere de dava açıldığı görülmüştür. İnsanlarda olduğu gibi hayvanların da işledikleri suçlardan dolayı mahkemeye çıkarılarak yargılanması ve cezalandırılması görüşünün hakim olduğu Ortaçağ Avrupası’nda 824-1845 yılları en az 144 hayvanın yargılandığı kayıtlara geçmiş.
Tabi burada üzerinde durulması gereken asıl problem, olayların kendisinden ziyade malum olayların arkasında yatan felsefi, dini, hukuki sebeplerdir. Akıl ve seçme hürriyetine sahip olmadıklarını iddia ettiğimiz bu hayvanlar neden yargılandılar? Ve bugün bize saçma veya tuhaf gelen böyle hadiseler geçmişte neden yaşandı?
Aslında insan ve hayvan arasında kesin bir farkın olduğu düşüncesi modern bir düşüncedir. Diğer bir deyişle insan ve hayvan arasındaki kesin ayrım bizlere rasyonalitenin mirasıdır. Özellikle modern felsefenin ve rasyonalitenin kurucu filozoflarından Rene Descartes, John Locke ve Immanuel Kant’ın hayvanların doğası üzerine geliştirdikleri fikirler günümüzde hala etkisini korumaktadır.
Hayvanlar için “Tanrının Makineleri” tanımı
Descartes (17 yy.), hayvanları sentient (duygulu) olmayan, otomat ya da “Tanrının Makineleri’ şeklinde adlandırıyordu. Modern düşüncenin kurucularından birisi olan Descartes için dövülen ya da işkence gören köpeklerin çığlıkları kırık bir makineden gelen seslerle aynıydı. Korkunç bir acının çığlıkları değildi bunlar.
John Locke, hayvanları doğal kaynaklar olarak görüyordu, mesela ağaçlarla, toprakla aynı şeydi hayvanlar. Bunlara sahip olabilir ve onlar üzerinde “doğal haklarımızı” talep edebilirdik. Bu düşünceye göre Tanrı zaten onları bizlere kullanalım diye göndermişti…
Immanuel Kant (18 yy.) içinse hayvanlar, tam anlamıyla nesneydiler… “Varoluşu doğaya dayanan canlılar eğer rasyonel (akılsal) varlıklar değillerse ancak bir araç olarak göreli bir değere sahiptir ve işte bu yüzden nesnedirler…” tanımını yağmıştır. Günümüzde İngilizcede hayvanlar ile cansız varlıkların tek bir zamirle (it = o) karşılanması bu geleneksel bakış açısının devam ettiğinin göstergesidir diyebiliriz.
Peki Ortaçağ’da insanla hayvan arasında keskin bir ayrım var mıydı?
Hayır. Özellikle Roma hukuku ve Hristiyanlık dininden kaynaklanan doğal hukuk anlayışında insan ile hayvan arasında günümüzdeki kadar keskin çizgilerle ayrılmış bir farklılık yoktu. Başlangıçta tarım toplumu olan Roma’da hayvan da eşyadır, köle de eşyadır. Yalnız taşınmaz (cansız) eşyadan/maldan farklı olarak köle ve hayvan kendi kendine hareket eden, taşınabilen eşya/maldır. Bu yüzden Romalılar için hayvan basit bir nesne değil, daha ziyade, sui generis (kendine özgü) bir nesne idi.
Yaşayan ve duyarlı bir nesne olması nedeniyle de cansız eşyadan açıkça ayırt edilmişti. Hayvanı, cansız eşyadan ayırt etmeyi sağlayan ise Roma’nın doğal hukuk anlayışı olmuştur. Çünkü, Roma düşüncesine göre doğal hukuk, sadece insanlar için değil, hayvanlar için de geçerliydi. Nitekim doğal hukuk, doğanın bütün canlılara öğretildiği hukuktur. Çünkü, bu hukuk, sadece insan türüne özgü değil, aksine karada ve suda bulunan ve de kuşları da kapsayan tüm canlılar için ortaktır… Bu suretle, vahşi hayvanlar dâhil diğer canlıların, bu hukukun bilgisinin türetildiği alana dâhil olduğunu görürüz.
Bu yüzden Ortaçağ’da hayvanın hukuki bir statüsü vardı. Mahkeme ve yargılamalar da buna dayandırılıyordu. Fakat maalesef modern ayrımla beraber hayvanlar cansız maddeler kategorisine tekrar indirgenmiş, meta olarak görülmeye başlanmış, onların acı çekme duyuları olduğu unutulmuş, akıl yürütebilir mi konuşabilirler mi sorusu ön plana çıkmıştır. Bu da onların hukuk öznesi olarak değerlendirilmesini engellemiş, cansız bir meta gibi kullanılıp atılmasının önünü açmıştır. Belki de günümüzde hayvan haklarıyla ilgili yaşadığımız sorunların temelinde yukarıdaki yanlış zihniyetin yattığını söyleyebiliriz. Unutmayalım hayvanlar nesne değil, acı çekebilen canlılardır.