Dinlemek ve anlamak bizi nasıl kurtarır?

Dinlemek ve anlamak, onunla uzlaşma yoluna gitmek, karşılıklı olarak birbirimizin çıkarını her an gözetmek bir yenilgi değil aksine zaferdir.

Dinlemek ve anlamak bizi kurtarır

Dinlemek ve anlamak bizi kurtarır. Başımı ne yöne çevirsem kavga eden insanlar görüyorum, sanki son zamanlarda iyice arttı, ya da hep aynıydı, ben farkında değildim. Evin içinde, sokakta, iş yerinde, arkadaş çevresinde, televizyonda, radyoda, gazetede… Her yerde birbirini suçlayan, bağırmaktan kıpkırmızı kesilmesine rağmen sesini duyuramayan, dinlenilmeyen, dinlemeyen, sonuç olarak anlayamayan, anlaşamayan insanlar dolu.

Bazen, dinler gibi görünen birinin gözünde diğerini anladığına dair ufacık bir ışık gördüğümü sanıp seviniyorum; ama söz sırası kendine geldiğinde “Ama ben katlanamıyorum, ama bana haksızlık ediliyor, ama ben özveride bulunuyorum, ama hatalı ve haksız olan o” dediği anda, biliyorum ki esasında “Dinlemiyorum, dinlemiyorum, dinlemiyorum… Ve ANLAMAK da istemiyorum” çığlıkları yükseliyor.


Sanki anladığı anda zayıf düşecek, korunmasız ve çırılçıplak kalacak. Sanki anladığı anda diğeri “kazanacak”(!) bir savaş içindeyiz ya anlamak beyaz bayrak sallamakla eşanlamlı. Anlayınca karşındakini; artık yenik bir askersin.

Haklı veya haksız ikileminden kurtulup, diğeri ve kendin için uzlaşma yoluna girişmek, vatanı düşmanlara teslim etmekle bir. İnsanın özü müdür bu? Sadece ve sadece kendi doğruları, kendi prensipleri, kendi duyguları, kendi çıkarlarının sesi kulaklarında çınlarken diğerini duyamayan, daha da kötüsü duymak istemeyen bir varlık mıdır insan?

Dinlemek ve anlamak üzerine gelişmek

Ve kavga etmek, suçlamak, hakaretler, saldırılar; kısacası Savaş mıdır özümüzde olan? O halde neden barış yüceltilir, neden huzur aranır insan doğası huzursuzlukla örülmüşken? Neden nefret etmeye bu kadar tutkuyla sarılırken, Sevgi en büyük güzelliktir? Tıpkı doğası gereği suda yaşayabilen balığın, hava araması gibi; bencillik ve savaşma halindeki insan, gülünçtür ki sevgi ve barış için şiirler yazar, şarkılar söyler.

Esasında bir ahlak profesörü olan fakat çoğunlukla ekonomi üzerine eser verdiği için ekonomist olarak bilinen Adam Smith’in teorisini düşünüyorum. Adam Smith, bireyin ve toplumun iyiliği arasında nedensellik kurduğu Ulusların Zenginliği kitabında şöyle der: “Her birey; kendi çıkarı peşinde koşarken, katkıda bulunmaya niyetleneceğinden çok daha etkin olarak topluma  katkıda bulunur”.

Dinlemek ve anlamak bizi kurtarır

Öyleyse bundan çıkan şudur: Her bireyin kendi bireysel çıkarlarını gözetmesi toplumsal faydanın en üst düzeye taşınmasına yol açar. Çok güzel. Şimdi de bir at arabası düşünelim, önüne birbirlerine bağlı olmayan dört at koşulmuş olsun. Bu çekilmesi gereken araba “çıkarlar”ı temsil etsin. Birbirinden tamamen farklı kişilikte, farklı dünya görüşünde bu dört atın her biri kendi bildiğince başka yönlere koşmaya başlarlar. Arabayı istedikleri yönde hareket ettiremedikleri gibi, belki ona büyük hasar da verirler.


Bir de durumun hiç de istedikleri gibi olmadığını gördükleri anda, birbirlerine döndüklerini ve “Hatalı olan sensin, senin suçun, benim dediğim doğru, asla seni dinlemeyeceğim…” dediklerini düşünün. Ortadaki tablo, belki de parçalanmış ama yerinden bir parça oynamamış bir araba ve dört adet bir ağızdan konuşan, öfke dolu attan ibarettir.

Bu dört şaşkın attan bir farkımız yok mu?

“Karşılıklı olarak saldırı ve şiddetten uzak durmak, diğerinin haklarını kendininki ile eşit bilmek; gerekli şartlar da yerindeyse, kişiler arası ilişkileri doğru bir şekilde düzenleyebilir” diyor Nietzsche, İyi ve Kötü’nün Ötesinde eserinde ve devam ediyor: “Ama ne zaman ki bu prensibin uygulaması yaygınlaştırılır, hatta toplumun temel prensibi haline getirilir, o zaman hayatın kendisinin yadsınması, bir çöküş ve çözülme söz konusu olur.

Dinlemek ve anlamak bizi kurtarır

Burada her şeyin en temeline inmeli ve her türlü hissi zayıflıktan arınarak konuşmak gerek. Kabul etmeliyiz ki yaşamak denen şey; diğerini, zayıf olanı, yabancı olanı yoksun bırakmak, ona eziyet etmek ve yaralamaktır. Ona zorla kendi biçimimizi kabul ettirmek, onu kendimize benzetmeye çalışmak hiç yoksa ondan faydalanmaktır. Hayatın kendisi bundan ibaretse, neden bu faaliyetleri karalarız ki?

İçerisindeki üyelerinin birbirlerine eşit ve adil davranmak zorunda olduğu bir topluluk dahi varolmaya devam etmek için diğer topluluklara, kendi içerisinde yasaklanan şeyleri yapmaz mı? Bahsettiğimiz topluluk gelişmek, büyümek, yayılmak isterken diğerlerini tekeline almaya yönelecektir. Ve bu durumun temelinde, herhangi ahlaki veya gayri ahlaki bir neden yatmaz. İnsan böyledir çünkü yaşar ve yaşamak demek güç elde etmek istemek demektir”.

Bu pasajı okurken, içimizden bir parça dahi, bir isyan yükseliyorsa, kabul edilemez buluyorsak; gerçekliğinden şüphe etmek için yeterli bir sebebimiz var demektir. Esas, yaşamanın savaşma ile bir tutulduğu, diğerine nefret ve saldırı ile yaklaşıldığı an, yaşam yadsınmıştır, çünkü ortada nefes alınacak alan kalmamış demektir…


Her birimiz için. Diğerini dinlemek ve anlamak, onunla uzlaşma yoluna gitmek, karşılıklı olarak birbirimizin çıkarını her an gözetmek bir yenilgi değil aksine zaferdir. “SEN, ‘BEN’ diyebilmemin temelinde olansın!” demek ve diğerinin varlığını yüceltmek, kaybetmek değil, kazanmaktır.

Dualitenin ortasında kalmış ilk arayışlar