Düşünüyorum öyleyse sorun var: Yüzyılın hastalığı düşünmek

“Düşünüyorum öyleyse varım” demiş 16. yüzyılda Decartes. Peki acaba düşünmek gerçekten var olmak için tek başına yeterli midir? Eğer yeterli ise günümüzde üretilen kendi başına düşünebilen bilgisayar ve robotların varlık anlamında bizden bir farkı olmaması gerekmez miydi?

Düşünüyorum öyleyse sorun var - Yüzyılın hastalığı: Düşünmek

Bu satırları yıllardır düşünme hamallığı yapmış birisi olarak yazıyorum…

Peki acaba düşünmek gerçekten var olmak için tek başına yeterli midir? Eğer yeterli ise günümüzde üretilen kendi başına düşünebilen bilgisayar ve robotların varlık anlamında bizden bir farkı olmaması gerekmez miydi?

Halbuki onlar düşünebildikleri halde sadece birer robot. Biz ise insanız. Evet ama onlar aslında düşünmüyor, sadece bir takım algoritmaları takip ediyorlar diyebilirsiniz. Bizim de yaptığımız şey algoritmaları takip etmek değil mi?


Sadece bizim algoritmalarımız biraz daha karışık o kadar. Diğer taraftan hayvanlar kısıtlı da olsa düşünebilme yeteneğine sahipler. Bu anlamda insanı hayvandan ayıran yegane şeyin düşünebilme yeteneği olduğuna inanmıyorum. Eğer illaki düşünebilme yeteneği açısından ayırmakta ısrar edeceksek bu ayrıma ‘daha komplike düşünebilme yeteneği’ diyebiliriz. Tek başına düşünebiliyor olmak yine de insan olmak için yetmiyor.

İnsanda varolan üç tane ana merkez vardır:

– Beden merkezi

– Zihin merkezi

– Duygu merkezi

Beden merkezi, bedenimiz ve fiziki özelliklerimizdir. Ayrıca etrafta bulunan diğer fiziksel ortam ve uyarıcılar da ilk olarak beden merkezimiz tarafından duyumsanır. (Bilgisayarlarda yoktur, hayvanlarda vardır.)

Zihin merkezi, zihnimiz yani düşüncelerimizdir. (Bilgisayarlarda vardır ve her geçen gün gelişmektedir. Hayvanlarda kısıtlı şekilde vardır.)

Duygu Merkezi: His ve duygularımız. (Bilgisayarlarda şu an için yoktur ama belki ileride olabilir. Hayvanlarda basit ve en saf şekliyle vardır.)

Bu üç özellik insanı insan yapan özelliklerdir ve üçü de en mükemmel ve organize şekilde insanda bulunmaktadır. Decartes’in varoluşla ilgili önermesini tekrar ele alırsak bu durumda varoluşu, ‘hissediyorum öyleyse varım’ ya da ‘acıyor öyleyse varım’ cümleleriyle de açıklayabiliriz.

Bu üç ana merkez birbirleriyle son derece bağlantılı şekilde çalışır

Düşünüyorum öyleyse sorun var - Yüzyılın hastalığı: Düşünmek

İçlerinden herhangi birinde sorun çıktığında bundan diğerleri de etkilenir. Mesela dişimiz ağrıyorsa eğer (beden merkezi) kendimizi yaptığımız işe veremeyiz ya da öğrenciysek ders çalışamayız (zihin merkezi). Çektiğimiz diş ağrısından dolayı moralimiz bozulur ve kendimizi kötü hissederiz (duygu merkezi).

Bir başka örnek: Üniversite sınavına girecek olan genç, eğer bir gün önce sevgilisinden ayrıldıysa şu anda aşk acısı çekiyor (duygu merkezi). Bu moralle muhtemelen sınavda da başarısız olacak (zihin merkezi). Hatta bu aşk acısı devam ederse arkadaşımız yemeden içmeden kesilebilir ve hastalanabilir bile (beden merkezi).


Beden merkezi ve duygu merkezinde problem çıktığında diğer merkezler etkileniyor

Beden merkezi ve duygu merkezinde problem çıktığında diğer merkezlerin nasıl etkilendiğini gördük ki bunlar zaten bildiğimiz ve zaman zaman başımıza gelen şeyler. Binlerce yıldır tablo değişmedi. Hepimiz diş ağrısı ve aşk acısı çekiyoruz.

Günümüzdeyse sinsice beynimizi kemiren daha büyük bir problemle karşı karşıyayız: Düşünmek.

Eskiden sadece filozoflar düşünür, halkın geri kalanıysa pek de düşünmeden mutlu, mesut şekilde yaşardı. Şimdiyse hepimizin zihni alev topu gibi çalışıyor. Modern hayat yüzünden düşünmek zorunda kaldığımız o kadar çok şey var ki modernizme bağlandıkça düşünmeye de aynı oranda bağlanmak zorunda kalıyoruz. Bu da düşünmeyi gerekli bir eylem olmaktan çıkarıp bir bağımlılık haline getiriyor.

Düşünmek insanı hayvanlardan ayıran en belirgin özellik ama günümüzde o kadar çok şeyi düşünmek zorunda kalıyoruz ki kendimizi gözlemlemeye ve dinlemeye vaktimiz kalmıyor. Belki de bu yüzden anda kalmayı öğütleyen uzak doğu felsefeleri hiç olmadığı kadar popüler.

Çünkü ancak o zaman zihnimizi durdurup beynimizi soğutabiliyoruz. Zihin sürekli bizi anı yaşamaktan alıkoyuyor. Ya geçmişe götürüyor ve hüzünlendiriyor ya da geleceğe götürüyor ve kaygılandırıyor. Varoluşun coşkusu ise anın kendi içinde saklıdır.

(Anda kalma konusunda derinleşmek isteyenlere Eckart Tolle’nin, Şimdi’nin Gücü isimli kitabını okumalarını tavsiye ederim.) Düşüncelerimizi farketmek ise düşünmekten daha önemlidir.

İnsanı hayvanlardan ayıran yegane özellik farkedebilme özelliğidir

Hem kendisini hem de çevresini… Varolduğumuzu anlamak için ihtiyacımız olan şey düşünmek değil, farkındalıktır. Çünkü çoğu zaman düşünmüyoruz, düşüncenin kendisi oluyoruz.

Bu çok tehlikeli bir şeydir. Düşüncenin kendisi olduğumuzda biz, biz olmaktan çıkıyoruz. Sahip olduğumuzu düşündüğümüz fikirlere sıkı sıkıya tutunuyoruz. Bilge kişi ise hiçbir fikre sıkı sıkıya tutunmaz, ileride daha iyisinin geleceğini bilir ve geldiğinde yeni fikre geçer. Düşüncenin kendisi olmak bizi fanatik yapar. Daha iyisi gelse bile bırakamayız.

Sen düşünce değilsin, düşünensin…

Öyleyse düşüncelerini izle. Bedenini izle, duygularını izle. Farkındalık budur. İzleyici olmak. İzleyici konumuna geçtiğinde en çıplak halinle  gerçek seni görürsün. Kendini izleyen seni izlediğinde biraz daha derinleşirsin böylece varoluşun derinliklerine yelken açmış olursun.

Zihin kadar basit bir şeye takılma. Onun ötesindeki sıfır noktasına geçmeye çalış. Sağ beyinle sol beynin tam ortasına yani. Ama bunu sadece zihninle yapamazsın. Çünkü zihin her zaman şüphe duyar. Her zaman uyanıktır. Çok fazla düşündüğünde ise zihin körleşir. Ne kadar düşünürsek düşünelim öznel bir hayat yaşadığımız için sınırlı bir bakış açısına sahibiz ve hep bir şeyler eksik kalıyor.

Aydınlanmak için belki de biraz da düşünmemeye ihtiyacımız vardır. Zihni düşüncelerle çok fazla meşgul olan kişi gece uyuyamaz bile. Yoğun şekilde zihni kullanmak hem beyine hem bedene zarar verir. Bu zihin kullanma hastalığının adı ise; Düşünmek.


Düşünmek yüzyılımızın hastalığıdır. Şifası da farkındalık… Tüm bunlara ek olarak düşünebiliyor olmak cahil toplumlarda zaten başa beladır. Tüm bu sebeplerden dolayı, hepinize düşüncesiz günler dilerim.

Zihinsel Modellerimizin Yarattığı Dünya Gerçek mi Yoksa bir Yanılsama mı?


Cem Özüak
1978, İstanbul doğumlu. 1998'de Kocaeli Üniversitesi Fotoğraf bölümünden, 2002'de Anadolu Üniversitesi İktisat bölümünden mezun oldu. 2011'de Marmara Üniversitesi Halkla İlişkiler Anabilim Dalı Kişilerarası İletişim bölümünde yüksek lisansını tamamladı. Uzun yıllar bankacı olarak çalıştı. Kişilerarası İletişim Uzmanı, Mentör, Yaşam ve Yönetici Koçu, Stratejik Pazarlama ve Yönetim Danışmanı olarak çalışmalarına devam ediyor. Kişi ve kurumlara iletişim eğitimleri veriyor.