Hitler, gariban bir aileden gelme ve tam bir halk çocuğu olarak sunulurdu topluma. Eli açıktı, dost ve yakınlarını koruyup kollamaktan geri durmazdı. Yiğit ve yürekliydi. Haksızlıklara uğramış, mağdur edilmişti hep. 1923 yılında hapse atıldığında bile aman dilenmemişti hiç. Muhteşemdi Hitler, özgürlük ve vatan sevdalısıydı.
Her şey ülkesi ve milleti içindi
Seçimle iş başına gelmişti ve kurduğu rejim sadece halkının menfaatineydi. Alman halkı ve vatan toprağı için can vermeye hazırdı. Bunun içindi kavgası, kendisi için asla hiçbir şey istemiyordu. Her şey ülkesi ve milleti içindi. Tüm bu nedenlerle, Hitler sonuna kadar sevilmeliydi!
Hitlerden önce, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya…
Tarihler 24 Ekim 1929’u gösterdiğinde birkaç haftadır sendeleyen Amerika borsası sonunda çökecek ve bu dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük ekonomik krizine neden olacaktı. 50 milyondan fazla kişinin işsiz kaldığı bu bunalımda, dünya ticaret hacmi %65 düşmüştü.
İnsanlar alışverişte takas sistemine dönmüşlerdi. Kısa bir süre öncesine kadar dünya liderliğini üstlenme yarışında olan ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, şimdi ekonomilerini bu bunalımdan en az zararla kurtarma mücadelesine girişmişlerdi. İnsanlar açlıkla mücadele ediyorlardı. Yine de hiçbirinin durumu Almanya kadar kötü değildi.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılan Almanya’nın İtilaf Devletleri’ne 269 milyar altın mark savaş tazminatı ödemesi kararlaştırılmıştı.
Bu, başka bir deyişle, 96 bin ton altın demekti. Ayrıca Alman ekonomisinin ana kaynağı olan maden bölgeleri ve tarım arazilerinin önemli bir kısmı da ellerinden alınmıştı. Halk işsizlik ve açlıkla mücadele ediyordu. Almanya’nın ekonomisi durma noktasına gelmişti.
Bu duruma 1929 krizi de eklenince işler çığrından çıkacaktı. Krizle birlikte ekonomisini ayakta tutmaya çalışan ABD, Almanya’dan savaş tazminatını ödemesini istedi. Tazminatı ödeyecek parası olmayan Almanya ise çözümü sürekli olarak para basmakta arayacaktı. Bu, paralarının aşırı değer kaybetmesi demekti ve Almanya’da hiperenflasyona neden oldu.
ABD bu değersiz paralarla yapılan ödemeyi kabul etmeyecekti. İşler Almanya için gittikçe kötüleşiyordu. İşte böyle bunalımlı bir ortamda, Hitler’in başında olduğu Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, Almanya’da siyasi iktidarı ele geçirmek için mücadele eden 32 partiden sadece biriydi. Fakat Hitler, partisinin diğer partilerin önüne geçmesinde çok önemli katkıları olan bir görev adamına sahipti; Joseph Goebbels.
Hitler’in Almanya ile birlikte dünyayı felakete sürükleyebilecek kadar güçlenmesinin altında 3 unsur vardır.
Bunlar; büyük sermaye desteği, basın ve propagandadır. Joseph Goebbels, kitle iletişim araçlarıyla parti propagandasını yaparak halkı kazanacak, böylece sermaye gruplarının desteğini alması kolaylaşacaktı.
Bu şekilde üç unsuru da birbiriyle eş zamanlı ve iç içe şekillendiren politikalar uygulamış oluyordu.
Tarihler 1930’u gösterdiğinde, Hitler’in partisi Almanya’daki en büyük 2. partiydi. 1934’te ise Almanya’nın cumhurbaşkanı olmuş, tüm partileri kapattırmış, yasama ve yürütmeyi kendi tekeline almıştı.
Üstelik tüm bunları yaparken halkın neredeyse tamamı onu desteklemişti. Peki bu nasıl olmuştu? Tarihe müthiş filozoflar, bilginler, edebiyatçılar kazandıran ve entellektüel olmalarıyla övünen bu modern insanlar nasıl olmuştu da Hitler’i desteklemişlerdi?
Üstelik Hitler, planları konusunda insanları kandırma yoluna da gitmiyor, politikalarını parti manifestolarında açıkça belirtiyordu. Bu soruların cevabını aynı dönemde Viyana’da yaşayan Sigmund Freud üstü kapalı olarak verecekti.
“Medeniyet, insanların içindeki tehlikeli hayvani güçleri kontrol etmek için oluşturulmuştur.”
Ekonomik kriz Avrupa’yı vurduğunda en çok etkilenen ülkelerden biri de Avusturya’ydı. Sigmund Freud’un krizle beraber varlığı neredeyse tükenmiş, maddi sıkıntılar içine girmişti. Amerika’daki yeğeni Edward Bernays’dan sık sık para yardımı istiyordu.
İşler öyle bir noktaya gelmişti ki Bernays, bir gün amcasından; bir kadın dergisi için makale yazmasını bile isteyecekti. Sigmund Freud bu teklife çok sinirlenmişti…Böyle bir şey yapması düşünülemezdi.
Krizle birlikte Avrupa’da tanık olduğu gelişmeler ve maddi sıkıntılar Freud’u bunaltıyordu. Sonunda Alplere çekilmeye karar verdi. Burada, “Uygarlığın Huzursuzluğu” adında bir kitap yazdı.
Kitap, medeniyeti insanlığın ilerlemesi olarak gösteren anlayışa bir saldırı niteliğindeydi. Tam aksini diyordu Sigmund Freud: “Medeniyet, insanların içindeki tehlikeli hayvani güçleri kontrol etmek için oluşturulmuştur.”
Sigmund Freud üstü kapalı olarak, demokrasinin merkezinde yer alan bireysel özgürlük idealinin imkansız olduğunu söylüyordu.
İnsanlar hiçbir suretle kendilerini ifade etmemeliydi. Çünkü bu çok tehlikeliydi. Her zaman kontrol edilmeli, yani hep huzursuz olmalıydılar. Freud, insanların eşit olduğuna da inanmıyordu. Ona göre kitlelerin bilinçdışı irrasyonel güçleri kötü niyetle yönlendirilirse bu geri dönüşü olmayan bir tahribata, kaosa neden olcaktı.
Naziler, Freud’un kitaplarını yakıp yasaklasalarda, yönetici kadronun demokrasiye bakış açıları da tıpkı Sigmund Freud’un gibiydi.
Nazi’ler de demokrasinin tehlikeli olduğunu düşünüyorlardı. Çünkü bencil bir bireycilliği ortaya çıkarıyordu ve bunu kontrol edecek araçlara da sahip değildi. Öyle ki Hitler seçimlere demokrasiyi kaldıracaklarına dair söz vererek girmişti.
Bu düşünce halk tarafından kabul gördü. Çünkü onlarda demokrasinin işsizlik ve kaosa neden olduğu algısı inşa edilmişti.
İşte Sigmund Freud’un bahsettiği de buydu. Medeniyet kisvesiyle örtülü kitlelerin bilinçdışı güçlerini manipüle ederseniz onları istediğiniz gibi ikna edebilirdiniz.
Almanya’da da bu gerçekleşiyordu. Naziler iktidara geldikten sonra kontrolleri altında istedikleri her şeyi onaylayan bir toplum oluşturmak için yola çıkmışlardı.
Önce iş dünyasını devlet kontrolü altına aldılar
Üretim planlaması devlet tarafından yani Nazi’lerce planlanacaktı. ABD’de yaşanan krizin gösterdiği gibi serbest piyasa çok tehlikeliydi. İşçilerin boş zamanlarında çalışmalarını sağlayacak, “keyifli güç” adında bir çalışma planı bile düzenlemişlerdi.
Bu yeni düzeni demokrasiye bir alternatif olarak görüyorlardı. Demokrasinin merkezinde yer alan kitlelerin arzuları ve hisleri yine merkezde olacak fakat öyle bir yönlendirilecekti ki bütün ulus birlik olacaktı. Bu planın öncü temsilcilerinden biri ise propaganda bakanı olarak Joseph Goebbels olacaktı.
Joseph Goebbels, Almanya’da milyonların katıldığı büyük gösteriler düzenledi. Ona göre bunun işlevi ulusun zihnini birleştirerek, aynı şeyi düşünmek, hissetmek ve arzulamaktı.
Bu gösterilerde Alman halkı adeta kendinden geçerek “Hitler” sloganları atıyor, müthiş bir coşkuyla onu kucaklıyorlardı. Böylesine müthiş bir coşkuyu nasıl oluşturduklarını Joseph Goebbels’a soran ABD’li bir gazeteci, onun Sigmund Freud’un yiğeni Edward Bernays’den ilham aldığını kendi ağzından duyacaktı.
Sigmund Freud, kitle psikolojisi üzerindeki araştırmasında böylesine coşkulu kitleler arasında insanların içindeki korkunç irrasyonel güçlerin nasıl ortaya çıkabileceğini açıklıyordu.
Arzunun libidinal dediği derin güçleri lidere yönelirken saldırgan içgüdüler grubun dışında kalanlara yöneltiliyordu. Sigmund Freud bunu bir uyarı niteliğinde yazmıştı. Fakat Naziler bunu bile bile destekliyordu.
Çünkü bu güçleri yönlendirip kontrol altına alabileceklerini düşünüyorlardı. Bu noktada libidinal gücün gerçek anlamıyla aşk gücü olduğunu söylemekte de fayda var.
Alman halkı için Hitler’i sevmek demek, özgür olmak, refaha kavuşmak, kazanmak, zedelenmiş gururlarının yeniden onarılması, iyi bir gelecek ve mutluluk demekti. Joseph Goebbels’ın algı yönetimi propaganda konusunda inanılmaz çalışmaları vardı. Ayrıca büyük yalan teorisi denilen bir propaganda tekniğine kendine has bir yorum da getirmiştir. Hitler yükseldikçe Joseph Goebbels’ın yetkileri de genişliyordu.
Almanya’daki bütün haber kaynakları üzerinde tam kontrol sağladı.
Radyo, basın-yayın evleri, sinema, tiyatro ve tüm kültür sanat faaliyetleri onun denetimi altındaydı. Şarkı ve şiirdeki her söz, tiyatro ve film metinlerindeki gibi her kelime denetlenip onaylanırdı. Bir tek eleştirel söze izin yoktu. Gündem sık sık değiştiriliyor, Alman halkının algısıyla oynanıyordu.
Hitler’in çoğu konuşmasını o hazırlar, Hitler ise coşkulu bir dille okurdu. Hitler için çizdiği görüntü insanları yüreğinden vurur cinstendi. Hitler, gariban bir aileden gelme ve tam bir halk çocuğu olarak sunulurdu topluma. Eli açıktı, dost ve yakınlarını koruyup kollamaktan geri durmazdı. Yiğit ve yürekliydi. Haksızlıklara uğramış, madur edilmişti hep.
1923 yılında hapse atıldığında bile aman dilenmemişti hiç, muhteşemdi Hitler, özgürlük ve vatan sevdalısıydı. Seçimle iş başına gelmişti ve kurduğu rejim sadece halkın menfaatineydi. Alman halkı ve vatan toprağı için can vermeye hazırdı. Bunun içindi kavgası, kendisi için asla hiçbir şey istemiyordu. Her şey ülkesi ve milleti içindi. Tüm bu nedenlerle, Hitler sonuna kadar sevilmeliydi.
Hitler’i sevmek demek Almanya’yı sevmek demekti. Sonunda bir dünya savaşı ve toplu kıyımlar olsa bile. Hitler bu destekle gücüne güç katarak, küresel bir tehdit haline geldi.
Tarihler 12 Mart 1938’i gösterdiğinde Avusturya’yı ilhak edip Viyana’ya yürüdü.
Avusturya halkı onun sevinç çığlıklarıyla karşıladılar. Tek bir kurşun dahi atmadan gerçekleşmişti bu ilhak. Viyana’da bulunan Sigmund Freud ise Gestapo’nun alıkoyduğu kızı kurtulunca çevresi tarafından İngiltere’ye kaçmaya ikna edildi. Orada doktorunu, kendisine aşırı dozda morfin vermesine ikna edecekti.
Sonraki yıl II. Dünya Savaşı başladı. Bu savaş dünya üzerinde 75 milyona yakın asker ve sivilin ölümüne neden oldu. Sonucunda Hitler yenilmiş ve intihar ederek kendini öldürmüştü. Joseph Goebbels ise kendini öldürmeden önce 6 çocuğunu öldürmek zorunda kalmıştı. Coşkulu kitlelerin sevgi çığlıkları onlar için yoktu artık.