Montaigne, bedenlerimizle yaşadığımız sorunları bir ölçüde, bunları rahatça tartışabileceğimiz ortamlardan yoksun olmamıza bağlıyordu. En yüce tahtta bile üstüne oturduğumuz kendi kıçımızdır. Krallar ve filozoflar da sıçar, hatta kadınlar bile…
Bu konudaki dobra sözleri ise şu şekilde olmuştu:
Au plus esşevé throne du monde si ne sommes assis que sus nostre cul (En yüce tahtta bile üstüne oturduğumuz kendi kıçımızdır).
Les Roys et les philosophes fientent, et les dames aussi (Krallar ve filozoflar da sıçar, hatta kadınlar bile).
Montaigne bu sözleri söylerken başka sözcüler de kullanabilirdi. “Cul” (kıç) yerine ‘derriere” (kaba et) ya da “fienter” (sıçmak) yerine de ‘aller au cabinet’ (tuvalete gitmek) diyebilirdi. Artık bu insanların da sıçtıkları, kıçları üzerinde oturdukları bütün dünyaya hatırlatılmalıydı.
Der ki: “Üreme organlarımızın çalışmaları öylesine doğal, gerekli ve doğru ki; acaba bu organlar bize ne yaptılar da biz utanç duymadan onlardan söz açamıyor, onları hep ciddi sohbetlerin dışında tutuyoruz? Öldürmek, hırsızlık yapmak ya da ihanet etmek gibi sözcükleri rahatlıkla kullanmaktan korkmuyoruz ama üreme organlarımızın adlarını ancak fısıldayarak söylüyoruz.”
Türk Dil Kurumunca tanımlanan sansürün kelimesi tanımı şu şekildedir:
“Her türlü yayının, sinema ve tiyatro eserinin hükümetçe önceden denetlenmesi işi, sıkı denetim.” Bu sebeple ekranlarda, tiyatro eserlerinde sürekli olarak bir şeylerin “bip”lendiğini görüyoruz.
Evet, bazı eserler ve gösterimler her yaşa hitap etmiyor ve hatta çocuk yaştaki bireylerin gelişimlerini olumsuz yönde etkiliyordur. Bu durumun yaşanmaması için belirli kriterler koymak gerekir. Henüz erken sayılabilecek bir tarihte özellikle televizyon programları için 18 yaş ve üzeri, korku ve şiddet içerir gibi uyarılar kullanılmaya başlandı. Bu uyarı yapılmasına rağmen bazı televizyon kanallarının ve yayıncı kuruluşların sansür adı altında yasaklamaları devam etmektedir.
Yapılan uyarı gayet yerindeyken bu tutarsızlığın sebebi ne olabilir?
Şöyle etraflıca bir eleştiri süzgecinden geçirmek gerekirse, ilk olarak sansürün kelime anlamında yer alan “hükümetçe” ibaresine gözüm takılıyor. Bir kurum ya da kuruluş kendi belirlediği ölçütler nazarında bir şeylerin izlenmesini yasaklıyor.
Bir nevi kendisini ahlakın mutlak savunucusu olarak görüyor ve insanların neyi izleyip neyi izlemeyeceklerine, neleri duyup neleri duyamayacaklarına karar veriyor. Pekala böyle bir mutlak hakimiyeti nereden alıyor? Kayyum atamalarla mı yoksa gerçekten ahlak açısından herkes tarafından örnek teşkil eden kimselerin seçilmesiyle mi? Belli başlı usulsüzlüklere sansür uygulamak gerekiyorsa bu usulsüzlüğe karşı da bir sansür uygulamak gerekmez mi?
Elbette bir tutarsızlık söz konusudur
Bir başka açıdan ele alacak olursak bazı kelimelerin ve deyimlerin de sansürleniyor olması başka bir ironidir. Bokunu çıkarmak’tan kastımız pekala dozunu kaçırmak iken bu deyimi içerisideki bir kelimeden dolayı “şeyini çıkarmak” olarak kullanıyoruz.
Ancak atladığımız bir nokta var. Gerçekten biz bu deyimi bokunu çıkarmak olarak kullandığımızda bir şeyleri aşırı yapmak olarak algılarken, kendi kendimizi sansürlediğimizde, sansürlenen kelime esasında her ne kadar soyut bir anlam taşısa da sansür sebebiyle gerçek anlamını (dışkıyı) çağrıştırıyor ve bize bu sansürlemenin gerekli olduğu algısını yaratıyor. Bu açıdan baktığımızda kabahatin biraz da bizlerde toplandığını görebiliriz.
Cinsel olumsuz örnek oluşturabilecek, şiddet içerikli sahnelerin yasaklanmasına baktığımızda ise kocaman bir ironi bizlere gülümsemektedir. Televizyonlarda herhangi bir cinsel teması, alkolü, sigarayı sansürleyen bir devlet ile başbaşayız. Bunlar olumsuz örnek teşkil edebilecek davranışlar elbette.
Sansürün bokunun çıkarılması sebebiyle ne söyleyeceklerini, neyi göstereceklerini şaşırmış durumdalar.
Ancak onlarca polisiye dizilerin içinde herhangi bir silahın sansürlenmiyor olması akıl dışı değil midir? Demem o ki sigara içmemeye özendiren devlet, adam vurmaya mı özendiriyor?
Yıllarca üzerine baskı yemiş olan medya kuruluşları ve özellikle tiyatrolarımız sansürün bokunun çıkarılması sebebiyle ne söyleyeceklerini neyi göstereceklerini şaşırmış durumdalar. Bu sebeple artık her şey mozaik camların arkasındaki siluetlerden takip ediliyor.
Bunca sansür uygulamasının içinde bu kadar küfür nereden öğreniliyor. Cinsel içeriğin sansürlenmesiyle leyleklerin insanları dünyaya getirdiğine inanan bir nesil her şeyi daha mı iyi yapacak?
“Bu memlekette göte, ‘göt’ denir.”
Tüm bunların ışığında nice yazarlarımız ve üstadlarımız teyit eder ki, sansür dediğimiz şey aslında içimize attıklarımızdır. Söyleyemediklerimiz ve gösteremediklerimizdir. Huzursuzluğumuzun şiddetini gösteremediğimiz her dakikadır ve bunun için üzerimize uygulanan baskının yegane sonucudur sansür.
Montaigne’in o günlerde göstermiş olduğu cesareti gösterme sırası bizlere gelmiştir. Söz gümüşse sükut altındır demiş atalarımız lakin bunu da yanlış anlayıp her “şey”i sineye çekmek, yapılan tüm baskılara boyun eğmek, bir ahlaksızlığa ortak olmak demektir. Ne demiş büyük şair Can Yücel: “Bu memlekette göte, ‘göt’ denir.”